Son yıllarda okuduğum en komik şakalardan birsi şuydu:

“Dünyada en çok sevdiğim şey uyumak. Uyku benim favorim. Ve her sabah, yeniden uyumak için uyanıyorum…”

-*-*-

Komik!

Bana öyle geldi!

Ama aynı zamanda “trajik”…

Üzüyor da insanı…

-*-*-

Çünkü o kadar çok sorunla boğuşuyoruz ki günlük yaşantımızda ve o kadar ciddi gelecek endişesi var ki; rahatça uyumak mümkün mü?

-*-*-

Ve ekmek kavgası tabii ki!

-*-*-

Uyu uyuyabilirsen!

-*-*-

Oysa ne güzel olurdu mesela “müşavir” olsam!

Kimseyi suçlamak için yazmıyorum!

Kişilerle bir derdim yok!

Sonuçta KKTC’de kimse bilerek ve isteyerek “müşavir” olmadı!

Ama ohhhh; sabah kalkıyorsunuz, tuvalete gidip büyük abdesti zorlanmadan yapmak dışında hiç bir derdiniz yok!

Taş taş üstüne koymuyorsunuz ve her ay başı maaş trık banka hesabınızda!

-*-*-

Diyelim ki müşavir olamadık!

Geri zekalı bir tavırla, gidip dönemin efendilerine yalakalık da edemedik; oysa ohhhh 1991’de askerliği bitirdiğim zaman, ben de devletime memur olamaz mıydım!

Tam 29 yıldır memur olmuş olacaktım!

“Hastayıııııım…” o gün iş yok!

“Nenem öldü, gelemeyeceğim” o gün yine iş yok!

“Kocamın, kayınvalidesinin annesi öldü” yine gelemiyorum, o gün yine iş yok!

Veya karımın kız kardeşinin annesi vefat etti, cenazemiz var…

-*-*-

Hiç mi hasta olmaz insan?

Biliyor musunuz; ben hiç hasta olmadım!

Daha doğrusu şöyle söyleyeyim; canlı yayında burnum kanadı kaç kez; tappa soktum, kanı durdurdum, snıf snıf burnuma çektim, yuttum, işe devam ettim!

-*-*-

Ahhhhh; keşke öğretmen olsaydım…

Ama öyle annem – babam gibi, onların zamanlarındaki gibi değil…

Kimse sakın üzerine almasın ama şimdiki zamandan bahsediyorum…

Ohhhhh ki ne oh!

Elbette her şey hakkınız!

Her türlü hakkınızın, sosyal güvenlik veya meslekle alakalı her şeyin helal hakkınız olduğu inancındayım…

Lütfen, yanlış anlamayın…

-*-*-

Keşke diyorum zaten!

Sizin gibi öğretmen olmadığım için çok üzgünüm…

Pişmanım…

-*-*-

Arkadaşlarım var öğretmen, hepsini kardeşlerim gibi seviyorum ve de bazen “kıskanıyorum”…

Kimisinin haftada beş saatlik dersi var.

Kimisinin 8…

Yahu, 12 saat ezilen bir arkadaşım var; biraz da meraklı, öğleden sonraları da okula gidip, atletizm takımını çalıştırıyor…

-*-*-

Ahhhh keşke filanca partinin veya falanca siyasinin “yalakası” olsaydım…

Bir konuda uzman olmama falan da gerek yok…

Ne güzel, “partili eleman”, kap müdürlüğü; öteki parti gelsin, doooooğru balığa!

Maaş aynı, müşavirlik tatlı!

-*-*-

Keşke işte!

Ah keşkem ah keşkem şarkısındaki gibi…

-*-*-

Olmadık!

1989’da gazeteciliğe başladım…

Askerlik süresince bile, bazı akşamlar veya hafta sonları gidip futbol fotoğrafları çekerdim…

1991’de spordan sokak haberciliğine geçtim…

En yakın arkadaşlarımdan bir kaçının trafik kazasında ölüm haberlerini yazdım hatta görüntüledim…

Hiç mesai çalışmadım…

Yetmedi aldığım para, hafta sonları, ek mesai veya fazladan para kazanmak için Londra soğuklarında, istisnasız 15 yıl futbol sahalarında, Hackney Marshes’da fotoğraf çektim.

Mesela şu kadar haber yazdım, bu kadar makale yazdım, şu miktarda fotoğraf çektimi geçin, KKTC’de, yağmur altında en uzun süre kalmış gazeteci kesinlikle benim…

-*-*-

Yetmedi; mesleğimle ilgili üniversitelerde hocalık yaptım…

10’larca mesleki kursa katıldım; katılmak zorundaydım…

Hep çalıştım, hiç durmadım…

Yetmedi; çocuklarım ve elbette kendim için “daha iyi yaşamak” adına, gecelere kadar çevriler yaptım, sabahlara uzadı bunlar…

-*-*-

Veeeee, evet şu anda cumhurbaşkan adaylarından birinin eşinin yönettiği ve sonuçta aileye ait televizyon kanalında sabah programları yapıyorum…

Evet, Ersin Tatar ve Sibel Tatar, patronlarım sayılır…

Siz işinizi doğru yaparsanız, kimse size filmlerde gördüğümüz kötü anlamıyla patronluk yapmaz…

Ersin Tatar, benim yüzümden aylarca hakarete uğradı…

“Rumcu, hain” dendi benim için…

Kimler mi diyordu?

Meclis’te kürsüde söyleyen bile oldu…

Devletten sekiz maaş alan bir yığın faşist tembel de!

Yukarıda Allah var, kendisinin de eşinin de, çok ağır hakarete ve baskıya uğradığına şahittim ama demokrasi ve insan haklarının ne olduğunu çok iyi bilen, son derece çağdaş insanlar olduklarına tanık oldum…

-*-*-

Elbette sorumluluğumu bilen, yasaları bilen, meslek ilkelerini ders olarak anlatan biriydim ve kimseye maddi ya da manevi zarar verecek değildim.

“Ersin abi, sana zarar veriyorsam, giderim, başımın çaresine bakarım” dedim; her defasında güldü… Her defasında, “sen işini yap, sorumluluğunun bilincinde biri olduğunun farkındayım” dedi… Ve hakarete uğramaya da devam etti… Evet, benim yüzümden oldu bunlar…

-*-*-

Şimdi seçim zamanı…

Tabii ki kendisine zarar vermek istemem hatta elimden geldiğince, çok değer verdiğim gazetecilik meslek ilkelerini ihmal ve de iğfal etmeden destek bile vermek isterim…

Ama bakıyorum ki; nice müşavirler, devletimin memurları, emeklileri, kısacası “devleti tanımayan, sevmeyen ama devletten maaşı alanlar”; benim “satıldığımı” iddia etmeye başladı…

-*-*-

Ne ilginçtir; önceleri “kim kazanırsa kazansın, yok birbirlerinden farkları, 11’de 11, Osmanlı Bankası” derdim…

Şimdi mi; Ersin Tatar’ın kazanmasını gönülden arzular haldeyim…

İsterseniz, “satıldı” deyin, isterseniz “döndü”…

-*-*-

Sizin çoktaaaaan emekli olduğunuz yaştayım ve emekli olamayacağım; bu mesleği yaparken, klavye önünde veya boğazımda kamera asılıyken öleceğim.

Zaten öyle de ölmek isteyen biriyim…

Çocuklarıma veya eşime bırakacağım iki av tüfeğim, bir kaç bilgisayarım ve alın terimle biriktirdiğim onurumla gururum dışında hiç bir şeyim yoktur.

Onurum ve gururum, sizin desteklediğiniz adayı desteklemek zorunda olmadığımdan çok emindir…

Bilmem anlatabildim mi?

-*-*-

Amaaaaan, “Türkiye seçime müdahale mi ediyormuş!!!”

Kim diyor?

E diyorsunuz da, “aynı Türkiye bundan önceki bütün seçimlere müdahale etti” meselesini bir yana bırakın; tümünüzün maaşlarının en azından yüzde 25’ini her ay ödemiyor mu?

Reddedin o parayı; sonra bana “satıldın be refik” diye mesaj atın!

Anlaştık?

-*-*-

Ben de sizler gibi uyumak istiyorum…

Uyuyarak maaş almak ve sosyal medyadan küfretmek, herkesi aşağılamak, siyaset yapmak…