Dedem halk ozanıydı!

Türkçesini söyledim!

Ben öyle kabul ederim!

Çatisto ustası ya da halk ozanı..

-*-*-

Annemin babası!

Hüseyin Teralı...

-*-*-

1900’lerin başında, ama tam olarak ne zaman bilmiyoruz ya da ben hiç öğrenmedim doğum tarihini...

Öldüğünde 98 veya 102 yaşındaydı.

Bir komşusuna göre 106’ydı...

-*-*-

Bazen anlatırım, “Göyvert gitsin re moromu” sözü O’na aitti...

Yani “dert etme!”...

“Dert edip de içine atma toruncuğum”...

-*-*-

Öyle bir görüntüsü vardı aslında, hiç bir şeyi dert etmeyen, takmayan...

Renkli gözlü, esmer ve uzun boylu bir adamdı...

-*-*-

Ve ben hiç bir düğünde söylerken hatırlamam ama “çatisto” ustasıydı!

Bir kaç düğünde herse pişirdiği, omzuna peşkirini atıp, çok havalı bir şekilde yürüdüğü aklımdadır ama her hangi bir düğünde, “çatisto” söylediğine ne acıdır ki tanık olmadım!

-*-*-

Özel olarak evde içkisini içerken bir kaç kez bir şeyler söyledi.

Haaaa, Rumcaydı “manileri”...

O anda uydururdu...

Her hangi bir konuyla ilgili olarak işte “yedi heceli” Kıbrıs atışmasını veya çatışmasını ya da çatistosunu, “şarkı gibi” bağırarak okurdu...

Okurmuş...

-*-*-

Çok iyi bir insan olduğunu söyler tanıyan herkes...

Anneme göre “umursuz” bir adamdı...

Çünkü belki de “annemin annesi”, O’nun bu umursuzluğundan dolayı, çok genç yaşta vefat etmişti...

-*-*-

Dedem, şakacıydı...

İkinci Dünya Savaşı’na katılmıştı...

Savaş sonrası da Londra’ya götürülen birliklerden birindeydi...

Kraliyet’i selamlamışlar, bir kaç gün Hyde Park’ta İngiliz kadınlarla aşk yaşamışlardı...

Şakacıydı diyorum ya!

-*-*-

Pek hastalanmazdı ama bir keresinde biraz rahatsızlanmış, Girne Hastanesi’ne yatırılmıştı...

Ben de o günlerde Londra’dan gelmiştim, tatildeydim...

Şimdilerde 23 yaşında olan oğlum herhalde 3 yaşındaydı, yani 20 yıl kadar öncesi!

-*-*-

Nenem öldükten sonra yeniden evlendiği ikinci neneciğim yanındaydı.

Ziyaretine gitmiştim...

Hastanede bir odada tek o yatıyordu...

Hacire neneciğimiz yanında...

Dedem bana doğru bakmıyor, nenecik gülümsüyor...

O hiç Türkçe konuşmazdı...

Ama derdini anlamıştım, “deden şaka yapmaya çalışıyor” demişti gülerek!

-*-*-

Neydi dedemin şakası?

Dedem, “... Adam değilsin re moromu” demişti bana.

Ve şaka falan ama ağrıma gitmişti!

“Neden be dede?” diye sormuştum!

“E bu kadar zamandır Londra’dasın, dayılarını, teyzelerini gidip bulmadın” diye kızmıştı!

-*-*-

Allah Allah!

Benim bir teyzem varmış, ben göremedim hiç... Çok erken ölmüş...

Nikahlısı ile uyurken ev yıkılmış ve bir merteğin altında kalmış teyzem...

Nermin’miş adı...

Ailede çok Nermin var bu yüzden... Ve üç dayım...

Üçü de Kıbrıs’ta!

Londra’da dayım – teyzem yok ki!

Tam, “dedem bunadı” diye düşünecektim ki, Londra’daki aşk maceralarını anlattı!

Çok İngiliz sevgilisi olmuş da, kesin onlardan çocuğu doğmuştur da falan...

Sonra gülümsedi!

Zaten hep gülerdi!

Hep şaka yapardı, Allah rahmet eylesin!

-*-*-

Dedem’in sadece bir halk ozanı, çatisto ustası, beyidi veya şakacı bir insan olmadığını söyler sevgili Zeki Beşiktepeli... “O bir filozoftu” der.

-*-*-

Bir gün, “Be dede, Birinci, İkinci büyük harpleri yaşadın, 1931’ler, 41’ler, 55’ler, 58’ler, 63’ler, 74’ler falan... Tera’dan Kozan’a göç! Öyle geriye baktığın zaman, ‘Keşke şunu yapsaydım’ dediğin ne var?” gibisinden sormuştum...

Derin bir ahhh – zivaniyasından da bir yudum çekip, ağzına çakısıyla kestiği elmasını atıp, şu cevabı vermişti:

“... Tera’ya, köyüme geri döneyim, akşam üzeri, Hirsofu’dan taraf bir rüzgarcık eser, sinek getirir, o sinekleri peşkir ile öldüreyim, bir kaç yudum zivaniyacığımı içeyim, köyümü göreyim, orada öleyim, beni Raziye nenenin yanına gömsünler” demişti.

-*-*-

Kozanköy’de öldü...

Lefkoşa’ya gömüldü...

-*-*-

“Artık düğünlerde çatisto yapmayacak mısın?” diye de sormuştum...

“Modern çalgıcılar var artık” demişti ama gözlerinde hafif bir buğulanma sezmiştim...

-*-*-

“... Zaten komutan müsaade etmez” demişti...

“Hangi komutan? Neden karışsın ki komutan?”...

-*-*-

Meğer, Kozan’da bir düğüne, bölgedeki bölük ya da tabur komutanı da davet edilmiş...

Tam düğünün orta yerinde, 1970’li yılların sonlarından söz ediyorum, dedem, karşı taraftan bir başkasının “mani okumasına” karşılık verip, ortaya çıkmış...

-*-*-

Omuzunda peşkiri; elinde bodirisi!

Zivaniyasından çekmiş ve maniye başlamış...

-*-*-

Evet, O’nun dili Rumcaydı...

Komutan kızmış!

Kükremiş!

Kendisi “yok yahu” demişti ama bir iddiaya göre komutan dedeme hakaret etmiş hatta tokat atmıştı...

-*-*-

Ve dedem bir daha hiç bir düğünde çatisto okumadı!

-*-*-

Kısacası, bu film çoktaaaaan bitmişti!

Yeni bir şey değil ki!

-*-*-

Çakıları çok severdi...

Bana o alışkanlığı kaldı...

Kim bilir alkolü de çok severek içerim...

O da dedemden kalmış olabilir...

Dedem, insanlara kötülük yapmamayı, vurmamayı, öldürmemeyi, tehdit etmemeyi, şarkı – türkü – şiir okumayı, günü yaşamayı, dert etmemeyi, yemeyi – içmeyi, zivaniyayı, ekşi elmayı, garayağı, kahvede kağıt oynamayı, av tüfeğini, gerçek köyü Tera’yı, hayvanları, tavukları, kendi domatesini, biberini yetiştirmeyi, kendi ağacından incir toplamayı ve Kıbrıs’ı çok sevdi...

Rumu, Türkü, İngilizi, Ermeniyi, Latini, Maroniti, siyahı, beyazı, dindarı veya dinsizi; insanları sevdi...

O, insanları, bizden olanlar ve olmayanlar diye ayırmadı...

Camiye gitti mi?

Vallahi bilmiyorum ama kimseye, “gitmek zorundasınız” veya “gitmeyin” demediğinden eminim...

Ve bize bunları miras bıraktı...