En sevdiğim dükkânlardan biridir oyuncakçılar. Her alışveriş merkezine gittiğimde veya sokağa çıktığımda oyuncakçı dükkânını muhakkak seçer gözüm. Vitrinlerinden dışarı patlayan renkleri, albenili süsleriyle gerçek yaşantının ağırlığından alırlar beni bir anlığına. Eskiden çocuğum için, şimdilerdeyse kendim için, hiçbir şey almasam da içlerinde gezmeyi, o cafcaflı renkleri ruhuma sürmeyi, pelüş oyuncaklara hayalimde sarılmayı, kutu oyunlarının mantığını çözmeyi severim. O süre içinde, ruhumun kıvrımları arasına sıkışmış çocuk ruhumun meydana çıkıp gönlünce oynamasına izin veririm.

İnsanın yaşı kaç olursa olsun çocuk ruhunu kaybetmiyor. Yaş aldıkça çoğalan sorumlulukların, artan yükümlülüklerin arasına saklanıyor sadece; ilk fırsatta tekrar kendini göstermek üzere… Bir toplantıya gittiğinizde, odada duran maket bir yelkenliyi gördüğünüzde çıkabiliyor örneğin. Uzun zamandır sakin duran çocuk ruhunuz, o yelkenliyle açılıveriyor macera dolu denizlere. Müşteriniz sizinle kuruş pazarlığı yaparken, siz ne balıklar tutup, kaç korsanla savaşıyorsunuz kim bilir? Belki siz bir korsan olup definelerin peşinde koşuyorsunuz o anda. Gülümsediniz mi? Veya karlı bir günde, karların arasından, başını uzatıp eğik boynuyla size selam veren bembeyaz bir kardelen çiçeği gördüğünüzde hissettiğiniz sevinç içinizdeki çocuğun sevincidir aslında.

Çocukluk zamanlarınızı hatırlayın. Ne kadar saf, ne kadar umut dolu olduğunuzu… Yarının gerçekten önünüzdeki birkaç günle sınırlı olduğu günleri; dün bir misket yüzünden küstüğünüz arkadaşınızla, ertesi gün aynı topun peşinde coşkuyla koşturduğunuz günleri; okuldan eve geldiğinizde annenizin sizin için pişirdiği kurabiyenin ya da böreğin sizi sımsıcak karşıladığı, o mis gibi kokuyla birlikte annenizin sevgisinin sizi sarmaladığı günleri. Benim burnuma annemin limonlu pandispanyalarının ve tarçınlı kurabiyelerinin kokusu geldi yazarken. O zaman ki gibi sımsıkı sarmalandım sevgisiyle. İçim ısındı.

Sonra… Sonra büyüyoruz bir noktada. Hangi noktada çocuk ruhlarımızdan sıyrılıp yetişkin cübbesini giyiyoruz üstümüze bilmiyorum. Belki de, dilimize yerleşmiş “ çocuk olma “ deyimini sıklıkla duyduğumuz zamanlarda başlıyor bu değişim, belki de tamir olmaz biçimde kalbimiz kırıldığında. Her kalp kırılışında bir adım daha uzaklaşıyoruz içimizdeki çocuktan. Kalbin kırılış anındaki sesi duymak istemezcesine duymuyoruz onun da seslenişlerini. Aslında onun kırılan kalbinin yansımasını hissediyoruz. O, kırığı onarmak için yarınlara inançla çabalarken, yetişkin halimizle kırığa tutunarak kırgınlığımızı besliyoruz. Duysak bile sesini, vuruyoruz susturmak için; vurdukça küstürüyoruz. İyi bir şey yaptığında takdir edilmeyen çocukların alınganlığıyla siniyor köşesine. Ağlıyor için için. Oysa bastırdığımız, susturduğumuz kendimiziz; fark etmiyoruz. O ise saf çocuk duygusuyla affetmenin gücünün bilincinde bizim can kırıklarımızı yapıştırmakla meşgul. Bizse affetmek ne kelime, biledikçe biliyoruz kırgınlıklarımızı. Bilmiyoruz ki biledikçe tekrar gelmiyor güzel günler. Çocuklarsa henüz kirlenmemiş dünyalarıyla kırgınlıklarını atıveriyorlar içten bir gülümsemenin karşısında.

Gene de, adı üstünde, çocuk o. Çocuk saflığıyla affediyor bizi çabucak. Ruhuna hoş gelen bir şey gördüğünde, tattığında veya kokladığında tüm çocuksu coşkusuyla ses veriyor yeniden. Bilirsiniz inatçı olur çocuklar. Pes etmiyor. İyi ki de etmiyor. Tüm kırgınlıklarımız, kızgınlıklarımıza karşın şaşkın bakışlarıyla gene tutuyor elimizden. Sesini duyduğumuzda yeniden güzel kokuyor çiçekler, yine tadı oluyor dost sohbetlerinin, gene güzel bakıyor eşimiz. Bütün karambolüne rağmen, bulutların arasından parlayan güneş gibi göz kırpıyor hayat.

Oyuncaklar sadece çocuklar için mi?

Oyuncakların sadece çocuklar için olduğunu kim söylemiş? Hatırlıyorum, çocuğum küçükken oynamayı en sevdiğimiz oyunlardandı Hafıza ( Memory) oyunu. İki aynı resmi bulma üstüne hafızayı ve zekâyı geliştiren bir oyundu. Yaşı ilerledikçe parça sayılarını arttırarak oynadığımız bu oyundan o mu daha zevk alırdı ben mi tartışılır. Hafızası benden çok daha taze kızıma karşı oyunu kazandığım zamanlar çocuk gibi sevinirdim. Bir de yaş ilerledikçe parça sayısını arttırarak tek başınıza veya çoklu yapılabilecek yapbozlar var mesela, halâ çok keyif alarak yaptığım. Gittikçe küçülen parçaların yerini artık görmez gözlerimle bulduğum zaman koca kadın olarak içimdeki çocuk el çırpıyor mutluluktan. Yaşı yirmileri geçmiş bir genç kıza, sevgilisinin pelüş bir oyuncak aldığında duyduğu sevinci hayal edin. Seni seviyorum demenin en saf yollarından biridir bu tür bir oyuncak almak. Bir de babalar vardır çocuklarıyla maket uçak veya tren yapan. Bir iki kere şahit olduğumda gözlemlediğim babanın neredeyse çocuktan daha fazla zevk aldığıdır bu işten.

Demem o ki, çocuk ruhumuz yani henüz çevre, toplum, sorumluluklar, yükümlülükler tarafından kısıtlanmamış, şekillendirilmemiş özümüz her daim içimizde durur. Hayatın kargaşası içinde kendine oynayacak alan bulduğunda kendini hatırlatır. Siz sürekli onu görmezden gelirseniz alınır, darılır, kırılır ve bir süre sonra insan hayatını anlamlı kılan, kendi öz varlığınızı anımsatan küçük anları size göstermekten vazgeçer. Onun için, aman ha, iyi bakın çocuk ruhunuza.

1924 yılında Atatürk tarafından “Çocuk Bayramı” olarak kutlanmasına karar verilmiş 23 Nisan’da sadece çocuğunuza değil, kendinize de bir hediye yapın derim. İster oyuncakçıdan ona bir oyuncak alırken kendinize de alarak, ister onunla birlikte oynayacağınız bir oyunda çocuk ruhunuzu serbest bırakıp geniş bir alan ve zamanda oynamasına izin vererek. İllâ çocuğunuzla da oynamanız gerekmez; kendiniz de oynayabilirsiniz. Yorgun ruhlarınıza iyi gelecektir, eminim.