Bu dünyada yaşarken her hafta her gün her an doyumsuz olan bizlerin bir şeyleri olsun istiyoruz. Olur ya da olmaz hep bir çaba bakmışız nefis tükeniyor elden ayaktan çekiliyoruz. Başta başlattığımız oyunları bitirmeden ömrümüze ömür yetiremiyoruz.

Şöyle bakıyorum da aynadan adeta yolunu şaşıran göçmen kuş sürüleri gibiyiz. Hani uçmayı da beceremiyoruz o sebepten sürekli dönüp duruyoruz dairler çizerek. Ne gitmemiz gereken varış noktasını yakalıyor nede bulunduğumuz yerden uzaklaşabiliyoruz. Adım atıyoruz ayaklarımızı atabildiğimiz kadar yürüdüğümüzü bile bilemediğimiz yollarda tık nefes kalasıya aşmaya çalışıyoruz düz fakat bizim yokuş yaptığımız yollarda. Tabiri caiz ise; şaşkın çirkin ördek yavruları gibi. Belki de aynanın önüne gelse ve durabilsek ömrümüzü görebiliriz ki dönüp dolaştığımız aynı çember içini fark ederiz ona göre yön tayini yapabiliriz. Dünyadan o kadar şey talep ediyoruz ki çöle dönüştüğünün bile farkında değiliz sorma ver denilen dünyanın. Öyle ki aslında istediğimiz her şey bir seraptan ibaret olduğunu bizler çoktan unuttuk ama yinede kıyı kıyı bucak bucak dolaşmaya devam ediyoruz. Sahip olduklarımız kadar köle, terk ettiklerimiz kadar hür olduğumuz ne zamandır unuttuk. Yokluğu yoksulluğu biz biz unuttuk gitti. Eski siyah beyaz filmleri hatırlar gibiyim. Bir oda içinde yer sofrasında günlük emeğin kanancı ekmeğ, yumrukla kırılan soğanı o evde yapılan çökeleği, bulgur pilavını yanında ayranı. Susuzuz ve susuzluğumuzu aslında tuzlu sularda ne hikmetse gidermeye çalışmaktayız. Hep bir şeyleri veriyoruz aynanın karşısında iki dünya da doyumsuz alıyor ki sanki sahibiyiz dünyanın. Sırf bu güvenle tüketiyoruz ve beraberinde tükeniyoruz. Her an her şeyde dünya bizim için bir gölgelik olduğunu unuttuğumuz andan itibaren başladı. Biraz da gürültü ile akan dünya derelerinin büyüttüğü seli ile ne kendimizde tutunabilecek bir dal aradık ne de kendimizi o selden kurtarıp atabileceğimiz bir kıyı. Hatırlıyorum da yapraklı takvim sayfaları siyah beyaz fotoğraflar gibi sararmış artık zihinlerde. Hüznün mahzun çiçekleri bir de bakımsız terk edilmiş gönül bahçelerimizde. Şu da bir gerçek hayallerimiz bu hayale dayalı ümitlerimiz çoktan hırs atlarımızın ayakları altına gömdük hatta gömmekle kalmadık çiğnedik bile.Ezelden beri ağrıyan baş ağrılarımızı bir türlü geçiremedik.O karanlık kuyulara attığımız boş kovaları bizler çıkaramadık.Atalarımızın mutluluk adını verdiği o rüyaları dünyada  bulmak  için arama sevdasına düşerek bin türlü dertler açamadık mı başımıza.


Yoksulluk üzerine yazdıklarımı eklemeyi unuttum. Yeni yeni canlandı hatıralarımda. Kaç kişi ablasının abisinin eskileri ile büyümedi kaç kişi yıllarca aynı çantayı kullanmadı okul sıralarında. Ya o çantayı açtığımızda eski gazete veya Pazar poşeti ile kapladığımız o ders kitapları, ufak kalan fakat yoksulluktan alınamayan başlık takılıp kullanılan uçlu değil kurşun kalemler. Şimdikilerin marka dediği ve beğenmediği o zamanlarda bulabildiğimiz astarlı astarsız lastik ayakkabılar. Haftanın belli günlerinde kurulan ne hikmetse akşamın karanlığında gidilen ezik domates ve çürümeye yüz tutmuş kirazların tadı hala damağımda. Yaklaşın aynaya biraz daha. Sırf çoraplarımızın yaması görünmesin diye ayaklarımızı artık saklamıyoruz. İğne tutmayı annelerimiz eşlerimiz çoktan unuttu. Kim evinde düğme kavanozu yama bohçası kaldı ki. Saatlerce sohbet ettiğimiz tahta sedirler ve onları sarmalayan minderler. Tabiat ananın toprakla doğayla yaptığı sohbeti duymamak adına yüksek sesle konuşur olduk. İnsanlar bir birine benzer oldu artık adı konulmamış bir inancın kopya çocukları gibi. İşin aslı bizler vicdanımızı rahatlatıyoruz. Gözlerimizi kandırıyoruz biz aslında bununla da kalsak iyi kalbimize kalple yalan söylüyoruz. Kaçımızı artık tahammül ediyoruz evsiz barksızlara sadece acıyoruz bir film seyreder gibi. Açız susuzuz dinmek bilmiyor doyumsuzluğumuz yavaşlamıyor. Dünya ruhumuzu genişlettiğimiz gibi evlerimizi de genişletip malikâne yapıyoruz. Sırf görmek istediğimiz rüyayı an ve an beklerken uykusuz kaç gece geçiriyoruz.

Aynalara bakmıyoruz belki de bakamıyoruz. Göçmen olduğumuzu unutan göçmen kuşlar gibiyiz. Aslında yaşayamayacağımız ve iklimini bilmediğimiz dayanıp dayanamayacağımız bir iklimde yuva kurmaya çalışıyoruz. Ömrümüzün son hazan olduğunu ve ölümün soğuk ritminde incecik tülden kanatlarımızın dayanamayacağını herkes den önce kendimiz biliyoruz.
Bütün bu anlattıklarıma rağmen geçmişinin aynasına bakmaya hazır mısın?
                                
Saygılarımla TOLGA TURAN