Güç! Yaşam çizgisi olarak bakıldığında birçok kişinin hep olumlu, motive edici bir şekilde dillendirdiği o sihirli kelime… Beyinde adeta bir uyuşturucu etkisi yaratan hatta bilimsel olarak bakıldığında da dopamin salgılatan “harika” olgu… Gücü elinde tutma kaygısı ise adeta o uyuşturucuya ulaşmak için neredeyse her yolun mübah sayıldığı hareketler bütününe dönüşüyor… Peki neden böyle? Koltuk mu çok cazip, neden gidemiyoruz yeri geldiğinde, vazgeçmek ya da tadında bırakmak neden başarısızlıkla eşleştiriliyor?

Siyasiler, başkanlar, müdürler, akademisyenler… Güzel koltuklarda oturup, oldukları mevkiden maddi ya da manevi kazanç sağlayan insanlar, “başarı” olgusunun ve getirilerinin kurbanı oluyorlar. Başarı, beynin kimyasında odaklanma gibi olumlu değişimler yaratırken psikolojik olarak da özgüven yükselmesi gibi etkiler yaratıyor. Kazanmak, başarmak zamanla bu getirilerin ekseninde bağımlılık haline gelebiliyor. Kazanımlar çoğaldıkça elde edilen güç büyüyor. Bir süre sonra maddi ve manevi kazanımlar üzerine kullanılmaya başlanan bu güçten vazgeçmek de imkânsız hale geliyor. Zamanla daha ben merkezci, kazanımları sonucu herhangi bir kaygısı olmayan ve eleştiriye kapalı bir insan modeliyle karşılaşıyoruz. Bunun en net halini de siyasetle uğraşan ve devlet yönetiminde belli mevkilere ulaşmış insanlarda görüyoruz.

Yıllar içerisinde elde edilen sınırsız güç, farkındalığı yok ediyor. Nörolojik olarak da bilimsel çalışmalarda ele alınan bu durum, iktidarda olan kişinin zamanla iç görüsünün yok olduğunu, muhakeme yeteneğinin oldukça azaldığını ve gücü muhafaza etmek adına “koltuk” olgusundan vazgeçemediği ve hatta kendisinin vazgeçilmez olduğu hissine kapıldığını gözler önüne seriyor. Üstelik birçok ülkede kişinin iktidarda kalma süresi kısıtlanarak bu olumsuz sonuçların önüne geçilmeye çalışılıyor.

Bu noktadan bakıldığında es geçilmemesi gereken bir nokta da kibir olgusudur. Tekrarlayan seçimlerle iktidara gelme, başarılı olma, uzun yıllar yönetme statüsünü koruma beraberinde Hubris ya da diğer adıyla Kibir Sendromu’nu getiriyor. “Tanrısal Ego” olarak da adlandırılan ve genelde siyasetçilerde görülen bu durum, en çok, gücü elinde bulunduran ya da statüsü doğrultusunda ciddi avantajlar sağlayabilen kişilerde gözlemleniyor. David Owen tarafından ortaya atılan ve geçmişi çok da eski olmayan bu teoriye göre özellikle George W. Bush, Tony Blair gibi isimler bu sendroma yakalanmış, hatta bu sendrom için de birçok bilimsel araştırma yapılmış ve yine bilimsel makaleler yayınlanmıştır. 14 semptomu olan ve bunlar arasında, kendisini ulus veya kuruluşla bir tutma, gerçeklik ile bağının kopmuş olması, aşırı özgüven, görüntüsü ve ifadeleri ile orantısız bir endişe içinde olma gibi başlıklar bulunan Kibir Sendromu, kişiyi zaman içerisinde bulunduğu noktadan ciddi bir şekilde düşürebilecek sonuçlara yol açabilir diğer yandan da içerisinde yaşadığımız ülkenin yanlış yönetilmesine neden olup olumsuzlukların yaşanmasına sebep olabilir.

Vazgeçilemeyen statüler zamanla tek düze ve verimsiz bir işleyişi benimsiyor. “Aman! Başkası kapacak!” korkusu temelli, sevdiğine sarılırcasına koltuğuna sarılmak zamanla oldukça yanlış bir yönetim ya da işleyiş yolu belirliyor. Kendi gücünü ispat etmek adına kimi zaman diğerleri eziliyor, haksızlığa uğruyor. Değişen insanları tanımakta zorlanan geride kalanlar, anlam veremedikleri bir döngünün içerisine giriyor. Kibir, her yeri sarıyor. Şişirilmiş bir özgüven, kişiyi hayatında hep elde etmek istediği güce kavuşturuyor. Gücü eline alan doğru yere kanalize etmediğinde, her şey yanlış olmaya başlıyor. Buna maruz kalan insanlar güven kaybı yaşıyor. Günün sonunda mutsuz, güvensiz, tatmin olmamış bir toplum karşılıyor bizleri. Çocuklarımıza böyle bir gelecek sağlıyoruz. Mesela 23 Nisan geldiğinde onları siyasetçilerin, haber spikerlerinin koltuklarına oturtuyoruz, meclis başkanı olmalarını sağlıyoruz… Yani onlara “Gelin bakın tüm kudret burada!” mesajını veriyoruz. İşi ehillerine bırakmak, kendimizi geliştirmek, kalifiye hale gelmek yerine, statü peşine düşüyoruz. Sistem işlemiyor, çöküyor, sosyo-ekonomik problemler baş gösteriyor, depresif ruh hali baskınlaşıyor, herkes her şeyden şikâyet eder hale geliyor. Oysa başka türlüsü olsa daha iyi olmaz mı? Paradoks da diyebilirsiniz kısır döngü de, insan tabiatı gereği iyi ya da kaliteli bir hayatı güce her zaman tercih ediyor; bedelini ödeyeceğini çok daha geç fark ederek…

İtaat eden, kabullenen, düşünmeyen ya da sorgulaması engellenen bir topluma sahip olan iktidar, gücü de eline alıp koşarak uzaklaşıyor kendinden. İktidara gelmek kadar onu korumak da ciddi bir uğraş gerektiriyor. Zamanla rafa kalkan ideolojiler, koltuğa kim sahipse onu besleyen ve orada olmasını garantileyen yeni bir ideolojiye eviriliyor. Her zaman, kişinin biricik, tek, kendine özgü olduğunu vurgulayarak sonlandırdığım yazımda, neden insanların gücü bu şekilde elde ettiğinde değiştiğini ya da vazgeçemediğini tam olarak açıklayamıyorum, herkesin hikayesi farklı. Ancak en genel anlamda, yönetmenin, yaratmanın yani “Tanrıcılık” oynamanın sağladığı tarifsiz kazanımların psikolojik açıdan hangi yaraları sardığı ya da özel hayat kapsamında kişinin yetersiz olduğu alanların kitleler önünde değersizleşip önemini yitirdiği ve olmadığı ancak olmak istediği kişiye dönüşen bireyin temelde bu kazanımlardan vazgeçmekten korktuğu gerçeklerini tartışabilirim…

İnönü ile kapatalım bu haftayı:

“İktidarda kalmak değil, itibarda kalmak önemlidir.”

Psk. Esra Dağlar Bozdoğan

[email protected]