Kim demiş, kar sadece yeryüzüne yağar,

Ya bizim içimize yağan kara ne demeli?

Yağar, içimizde ki cana yağar,

Yağar da yıkar, bütün yeşile durmuş bahçelerimizi...

Karların altında kalan toprağın, buzları bize hakikati hatırlatan salkım saçakları altın da, serçelerin dallara tünemiş büzük hallerinde, biz soğuk diyarların yüzümüze vuran poyrazların da, hayalleri bir çift potine sarılı, yürekleri buzdan sıcak, gözleri derinlerde közlere yatırılmış sancılı diyarların ekmeğe, soğana talim çocuklarıydık.

Yağdıkça üzerimize karlar, içimizin yangını büyürdü, düşlerimizin diyarın da. Yoksul bir yaşamın cenderesinde sadece açık yaralarımız üşürdü. Biz içimize kapalı kutulardık. Ne zamandı vakit bilmem... Önce miydi, sonra mıydı üşüdükçe içimize sisler çökerdi hani öyle çökertmeden Halil'im türküsünden çok uzak ve kekremsiydi bizimki.

Nedense hayat yüzümüze hep poyrazlarla dokundu, yoktu bolluk, kıtlık kıran girmişti sanki unutulmuştu bu diyarlar.

Vefasızdı bize yönetenler, aranmak, sorulmak, hatırlanmak düşmemişti payımıza. Bize çıkan bir yolculuk yoktu, unutulmuştuk, kimsesizler resminin oyuncularıydık. Yüzümüzde ki gülüşlerin tek sahibi kendimize çıktığımız yollarda bulduklarımızın sahipleriydi.

Hep yüreğimizde saklı tuttuk sevgimizi, gözlerimizde, yüzümüzün hüznünde saklı tuttuk...

Gökyüzünü doldurup soluğumuza, isyanımızı kilometrelere zincirleyip idam ettik geçmişimizi...

Gidenler de dönmedi, yaralı uçurumları birer birer koşarak, boş yere yollara baktık, türküler yaktık.

Kurudu göz pınarlarımız, yüreğimizle ağladık.

Hasret ki, göçmen kuşların kanadında taşıdığı gamdan bir dağ gibi oturmuş gözlerimize... Kime ne anlatabiliriz ki!

Ağızdan çıkan her söz yaralıyor yüreğimizi...

Ve hayat donuyordu ayakuçlarımızda, ellerimiz toplarken karı. Kanıyorduk vazgeçilmiş umutlara...

Yaşamak için, inadına sustuğun harfler kendini hatırlatırcasına kaldır başını bak; Güneş, gökyüzünde siyaha duruyor dercesine bizi sınardı...

Biz ki soğuk iklimlerin; güneş gözlü, ay yüzlü, saçlarına yıldız düşmüş güzelleriyle bir aykırı duruş gibi sesimizde şiir, düşsel rüzgârlardan geçip gelir geleceği, yeniden doğururduk.

Oysa şimdi sözcüklerin arasında çöl rüzgârları esiyor. Olmuyor, hangi diyara bağdaş kurarsan kur, sapa kalıyor çorak düşlerinin eksik umutları.

Olmuyor, söz dolanıyor boğazına, sanki yüzyıllık sessizlik...

Ne zaman bahara dönsen yüzünü, unuttuğun geçmiş, eteklerinin filelerinden sarkıyor.

Söyleyemediklerimiz ise ince bir sızı gibi açık yarada bir ayaz şimdi.

Sesimizde, anıların sessizliği hep içerlere işler durur, kime, ne söylersin der gibi.

Gidenler de dönmedi, dönemedi, acımız yitik, yüreğimiz boran yeri...

İşte sen, tam bu yüzden büyüsen de sarkıyorsun kışın penceresinden. Rotasını kendi çizen bir kar olup tanelerinden sözcükler çalıyorsun soğuk iklimin çocuklarından bir hatıra olsun diye... Biliyordun çünkü biz kar tanelerinin Mah sun çocuklarıydık (!)