Gazeteci-yazar Serkan Soyalan, yazın yolculuğunu ve yeni kitabı “Deniz’in Sesi”ni Gündem Kıbrıs’a anlattı. Arabahmet’te doğmasının Lefkoşa sevdası için en önemli mihenk taşı olduğunu vurgulayan Soyalan, eserlerinde bolca Lefkoşa’yı işliyor.

Kendini kısaca naasıl anlatırsınız ve şiir yazmaya ne zaman başladınız?

1983 yılında Lefkoşa’da memur bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Doğduğum Arabahmet bölgesi, Lefkoşa’nın tarihi dokusunun en iyi korunduğu yerlerden biriydi. O tarihi sokaklar arasında doğmak, Lefkoşa’nın o sokaklarını adımlamak, benim için o dokuyu hissedip, içselleştirmek açısından önemliydi. Bir de Ahmet Gürses gibi bir dedenin torunu olmak ve onunla Selimiye Camii, çevresi, Bandabuliya ve Arasta çarşıları çevresinde olmak, bana birçok önemli karakteri ve imgeyi getirdi.  Elime kalemi aldığım 13-14 yıllarından itibaren de yazığım her şeyde bu çocukluk anılarının, hatıralarının izleri olduğunu söyleyebilirim.

Yaz aylarının sıcaklarında, öğle saatlerinde eve kapandığımız zamanlarda, genellikle büyük ciltli ansiklopediler arasında gezinirdim ve bolca o ansiklopediler içinde, dikkatimi çeken konuları okuyup, kendimce notlar alıyordum. Bu notlar zamanla küçük küçük iç dökümlere dönüştü, şimdi onları okuduğum zaman “Ne saf, ne temiz duygularla yazmışım” diyorum.

Sanat ve şiir adına bugüne kadar neler yaptınız?

İlk kitabım 2013 yılında yayımlanan “Okyanus Mavisi” şiir kitabımdı. Ardından 2016’da “Dedem Ahmet Gürses” biyografi kitabım yayımlandı. Bu kitabın yeri bende bambaşkadır. Hem kendi hayatımdan kesitleri sundum okuyucuya, hem dedemin hayatını. Hem de bir dede ile torununun ilişkisini… “Dedem Ahmet Gürses”i 2018’de Mesarya Ajans’tan yayımlanan “Şiirname” takip ederken, son kitabımız “Deniz’in Sesi” de geçtiğimiz ay raflarda yerini aldı.

Yıltan Taşçı hocamın bizi bir araya getirmesi ile 2012 yılında Lirik Şiir Grubu’nu kurduk ve onlarca etkinlik düzenledik, bu etkinliklerimiz hâlâ devam ediyor. 2017 yılında da Lirik Şiir Grubu olarak stüdyoya girdik ve “Çılgın Bir Dalgıç” isimli, Mehmet Kansu’nun şiirlerinden oluşan bir albüm yayımladık.

Çocuk yaşlardan itibaren tiyatro hayatımın her alanında vardı. Tiyatro çalışmalarına da yer vererek “Coğrafya Kemal”, “İlahi Dede”, “Yalnızlık Karartması”, “Ahmet ve Babafunya” oyunlarını yazdım. 2019 yılında kurduğumuz Gönyeli Sahne çatısı altında “Coğrafya Kemal” ve “Yalnızlık Karartması” oyunlarımızı sahnelemek için çalışmalarımıza devam ediyoruz. Pandemi sürecinin araya girmesi ile ileriki bir tarihe sarkan bu çalışmalarımızla sahnede olacağız. Uzun bir aranın ardından da oyuncu olarak sahnelerde olmanın heyecanını yaşıyorum.

Bu yıl bir ani gelişme ile sinema da hayatıma girdi ve Ogan Güntem’in senaristliğini yaptığı, Elite Yapım ürünü olan “Vaka Üstüne Vaka” sinema filminde de oyuncu olarak bulunuyorum. Çekimleri devam eden film, 2021’in başında vizyonda olacak.

Başka kitaplar da gündemde mi?

Yine Kıbrıs’ta geçen bir aşk hikayesini yazdığım bir romanım var. Bitmek üzere, sonuna doğru geliyorum. Bu kitap içinde yine çokça Kıbrıs ve tarihi olaylar da var.

Kısa öykülerden oluşan bir çalışma da eğer koşullar oluşursa, gelecek yıl içinde raflarda olacak diye düşünüyorum.

Sen sadece şiir yazmıyor, önemli şairlerin şiirlerini de icra ediyorsun. Gerek şiir yazmak ve şiir okumak nasıl bir duygu?

Yukarıda da kısaca değinmiştim, Lirik Şiir Grubu’nun kurulmasıyla, çok değerli hocalarım Yıltan Taşçı, Cemay Onalt Müezzin ve Şehbal Hamzaoğulları ile birlikte bizim Merter Refikoğlu’nun kitapçı dükkanında bir araya gelip, çalışmalar yaptık ve birlikte ilk sahnemizi 2012 yılında “Bizim Şairlerimiz, Bizim Şiirlerimiz” etkinliği ile aldık. Bu etkinlik o kadar dikkat çekti ki sonrasında devam ettik ve farklı farklı temalarda etkinlikler yaptık.  Hatta İstanbul’a, Sicilya’ya kadar uzandık.

Burada önemli olan o duyguyu dinleyiciye yansıtabilmek, bunun yolu da şirini okuduğun şairi tanımaktan geçer. O yüzden bolca okuyorum. Okudukça da yeni bilgilere erişiyor, daha da dağarcığı doldurmaya çalışıyorum. Şiiri bu kadar çok sevmemde Lirik Şiir Grubu’ndaki her bir bireyin de büyük katkısı var diyebilirim.

Sanata dair unutamadığın ilginç bir anın var mı?

Unutamadığım çok anım var. Yıllardır sahneye çıkan birisi olarak 2016’da kurduğumuz Kıbrıs Edebiyat Derneği’nin organizasyonuyla Kıbrıs’a getirdiğimiz Zülfü Livaneli’nin karşısında sahneye çıkıp Livaneli şarkıları söylemenin heyecanını yaşayan biri olarak, o gün sesimin titrediğini, yüreğimin uçtuğunu asla unutamam. Yine Livaneli ile Güney Kıbrıs’ta geçirdiğimiz zaman diliminde orada yaşadıklarımız benim ömrümce unutamadığım anlardan biri. Hatta bir anekdot anlatmam gerekirse, Zülfü Livaneli ile gece çok geç saatte Ledra Palace geçiş noktasından Kuzey’e geçerken, Ledra Palace Otel’in önünde durup, şöyle bir cümle kurmuştu Livaneli bana: “İnsanlık için ne kadar kısa mesafe, ancak Kıbrıslılar için ne kadar da uzun”. Bu birçok şeyi anlatır bize dair…

Bir de Gönyeli Cheers Bar sahnesinde müzik yaptığım bir akşam “Ahmet Kaya Gecesi” düzenledik, Ahmet Kaya şarkıları söylüyoruz. Gece akıp giderken, önümüzdeki şarkı listesinde bir bir şarkılarımızı çalıp söylüyoruz. Her şarkı arasında orta yaşlı bir adam yanıma sahneye geliyor ve “Hadi bize gidelim” diyor. “Tamam” diyorum. Devam ediyoruz, yine geliyor, yine geliyor… 4’üncü, 5’inci kez tekrarlanınca bu hareket, mekanın güvenlikleri dışarıya alıyorlar adamı ve gece bitince, başka bir müşteri yanıma gelip, “Adamı boşuna dışarıya aldınız” dedi. Şaşırdım, “Ahmet Kaya’dan istek isterdi” dedi. İşte o saat aklıma düştü Ahmet Kaya’nın, “Hadi bize gidelim yar, kafaları çekelim yar, içelim içelim kendimizden geçelim yar…” diye bir şarkısı vardı. Çok üzüldüm ama çok geçti. 

Kuzey Kıbrıs’ta sanata ne kadar değer veriliyor sizce ve size göre nasıl olmalı?

Ülkemizde sanata çok da değer verdiğimizi söyleyemem. Gerçi devlet de gerekli önemi göstermiyor. Yıllardır söylüyoruz, yine söyleyeyim Devlet Tiyatroları binası yanalı yıllar oldu, taş taş üstüne koyamadık. Bu bizim ayıbımız. Ancak hepimizin ayıbı. Çünkü bizler de üzerine düşüp, vatandaşlar olarak talep etmedik. Seçtiklerimizin kapılarına dayanmadık. Sanat hep ikinci plana atıldı, durdu ülkemizde. Aslında sanatın, kültürün, sporun dili, dini, ırkı yoktur. Ambargosu, sınırı yoktur. Bizim gibi kapalı ve dünya ile buluşamayan ülkelerin, yegane çıkış noktası kültürümüz, sanatımız ve sporumuz olmalıdır. Bunu başarırsak, biz varlığımızı daha kolay duyururuz dünyaya, kavgamızı anlatırız, mücadelemizi anlatırız. Ama bu kültür-sanat politikasıyla, spor politikasıyla olur. Ancak ne Kültür Bakanlığı’mız var, ne de Spor Bakanlığı… Bu iki önemli, unsur da başka bir bakanlığın altında, bir daire olarak hizmet vermekte. Bunu da üzülerek söylemek istiyorum. Özeniyoruz, gelişmiş ülkelere, “Bizde neden olmasın?” diyoruz… “Eksiğimiz ne?” diye hayıflanıyoruz. 100 bini aşkın üniversite öğrencisi ve 20’yi aşkın üniversitemizle övünürken, kendi sanatçımızı ve kültürümüzü bu yurt dışından gelen öğrencilere ne kadar ulaştırabiliyoruz? Son yıllarda farklı farklı ülkelerden eğitim almaya gelen, aydın beyinler var bu ülkeye, onların dillerine neden biz eserlerimizi çevirmiyoruz? Bunu yapmak o kadar mı zor? Hayır! Sadece niyet önemli.

Son olarak okuyucularımıza neler söylemek istersiniz?

Tüm okuyuculularımıza sağlıklı günler dilerken, bu pandemi sürecinde hijyen kurallarına uymalarını, sosyal mesafeye dikkat etmelerini ve evde kaldıkları süreyi olumluya çevirmek için bolca okumalarını öneririm. Sizlere de bana bu sayfalarda yer verdiğiniz için ayrıca teşekkür ederim.