Yakın zamana değin Kıbrıs Türk tarafının müzakerecisi olarak görev yapan ancak bir süre önce görevinden alınan Doç. Dr. Kudret Özersay, deniz yetki alanları ve doğal kaynaklarla ilgili olarak yaşanan kriz konusundaki görüşlerini açıkladı. Özersay, Kıbrıs Türk tarafının gecikmeksizin aktif bir diplomasi izlemesini, savunmaya dönük bir yaklaşım yerine, pozitif bir şekilde bu uyuşmazlıkta hak ve çıkarları olan gerçek aktörlerden birisi olduğunu görünür kılması gerektiğine dikkat çekti. Kudret Özersay, Kıbrıs Rum tarafının paylaşmaya hazır olmadığını gizlemeye dönük “müzakereleri askıya alma” adımının anlamını yitimesi ve bu krizin bir fırsata dönüştürülebilmesi için Kıbrıslı Türk yetkililerin kullandıkları kavramlara ve söylemlerine dikkat etmeleri gerektiğinin de altını çizdi.

Doç. Dr. Kudret Özersay'ın sosyal medyada kamuoyu ile paylaştığı açıklama şu şekilde:

"Son günlerde Kıbrıs adası etrafındaki deniz yetki alanları konusunda yaşanmakta olan krize dair bazı gözlemlerimi buradan paylaşmak istiyorum.

1-    Bu kriz, Kıbrıs’ta uzun yıllardır yaşanmakta olan “güç ve zenginlik paylaşımı” mücadelesinin farklı bir versiyonudur. Müzakre süreçlerinde tarafların siyasi iradesinin gerçek anlamda bir sınava tabi tutulacağı anlar, eşikler vardır. Örneğin 2004 yılı referandumları siyasi iradenin, ama Kıbrıs bağlamında paylaşma isteğinin olup olmadığının sınandığı bir eşikti. Referandumlar ertesinde BM Genel Sekreteri’nin yaptığı saptama Kıbrıslı Rumların, Kıbrıslı Türkler ile “gücü ve zenginliği paylaşmaya hazır olmadığı”nı ortaya koydu. Aslında Şubat 2014 Ortak Açıklaması ile yeniden başlayan müzakere sürecinde kısa süre önce geldiğimiz üçüncü aşama, yani “gerçek anlamda müzakerenin”, al-verin yapılacağı pazarlık aşaması uyuşmazlığın taraflarının iradelerinin sınanacağı bir başka eşiğe işaret ediyordu. Yani gerçek anlamda pazarlık yapmaya başlayacağımız ve böylece çözüm yönünde siyasi bir iradenin var olup olmadığının ortaya çıkacağı bir aşamaya gelmiştik. Kıbrıs Rum liderliğinin tam da böyle bir eşikte, denizde yaşanan çekişmeyi bahane olarak kullanıp müzakereleri askıya alması Kıbrıs Türk tarafı ile “gücü ve zenginliği” hala paylaşmaya hazır olmadığını göstermesinin yanında, esasen bu isteksizliğinin görünmesini, ortaya çıkmasını engellemeye dönük bir hamle olarak okumak gerekir. Askıya alma kararı ile Kıbrıs Rum liderliği paylaşmaya dönük isteksizliğini ortaya çıkaracak bir platformdan kurtulmak istemiştir. Oysa deniz yetki alanları konusunda ortaya çıkan kriz, tarafların paylaşma iradesininin olup olmadığının sınanacağı bir diğer platforma dönüşmek üzeredir. Eğer dikkatli bir politika izlenirse bugün var olan kriz bir fırsata da dönüştürülebilir.

2-    Bu kriz ilk ortaya çıktığı dönemde şekillendirdiğimiz mantıksal kurgu korunduğu sürece silahlı bir çatışma ihtimalinin olmadığını düşünüyorum. Bir başka ifadeyle Kıbrıs Rum tarafına “bu bölgede araştırma ve kazı yaparsanız biz buna güç kullanarak engel oluruz” demek yerine, “bu bölgedeki zenginliğin bize de ait olduğunu madem ki siz de kabul ediyorsunuz, ya gelin adanın her tarafında bu zenginlikleri birlikte araştıralım ve çıkaralım veya bunu kabul etmiyorsanız siz araştırıp kazarsanız, aynı bölgelerde biz de araştırıp kazarız” demeyi kendi içinde tutarlı bütüncül söylem ve adımlarla sürdürmek gerekir. Kuşkusuz savaş gemilerinin yer aldığı, tatbikatların yapıldığı ortamlarda çatışma riski herşeye rağmen vardır ancak biz Kıbrıs Türk tarafı olarak yukarıda tarif edilen mantıksal kurguyu devam ettirdiğimiz sürece bu risk çok az olacaktır. Kaldı ki bu bölgede şu anda yaşanan diğer gelişmeler, özellikle Suriye’deki durum, uluslararası aktörlerin de böyle bir dönemde Kıbrıs ile bağlantılı bir çatışmaya izin vermek istemeyeceklerini göstermektedir.

3-    Burada bizi bekleyen asıl risk, diplomatik anlamda gerekli girişimleri aktif şekilde yapmadığımız, bir aktör olarak öne çıkıp görünür olmadığımız ve meseleyi başka konularda olduğu gibi Türkiye’ye “havale ettiğimiz” takdirde karşımıza çıkacaktır. Çünkü şu anda devam eden krizde bir noktada ya bir uluslararası örgüt veya bir veya birden fazla uluslararası aktör devreye girecektir. İşte tam o noktada, bu krizin aşılması için devreye girenler, bugün olduğu gibi Kıbrıslı Türkler olarak biz ortalarda değilsek, konuyu “Türkiye ile Kıbrıs Cumuriyeti arasındaki” bir sorun olarak takdim edeceklerdir. Bu krizin yönetilmesi yönünde üçüncü taraflar ilk adımlarını atacakları ana değin eğer biz Kıbrıs Türk tarafı olarak bu resmi, bu görüntüyü değiştiremezsek asıl o zaman ciddi bir sorunla karşı karşıya kalabiliriz. Şu anda Kıbrıs Rum tarafının almayı kararlaştırdığı tedbirler, somut olarak yıllardır belki her ay, her hafta ve hatta her gün yapmakta olduğu şeylerden çok farklı bir unsur içermiyor ve bizi çok da şaşırtmıyor. Ancak bu girişimler bir süre sonra uluslararası kamuoyunda bu sorunun Türkiye ile Rum tarafı arasında, “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin haklarının gasp edilmesine dair bir ihtilaf olduğu algısını kemikleştirebilir. Bu nedenle Kıbrıs Türk tarafının girişimleri bugün olduğu gibi BM Genel Sekreteri’ne bir mektup yazmakla sınırlı kalmamalıdır. BM Güvenlik Konseyi nezdinde ve başka uluslararası örgütler düzeyinde de farklı diplomatik girişimler yapılması ve bunun acilen hayata geçirilmesi elzemdir. Burada amaç Kıbrıs Rum tarafı ile suçlama oyununa ya da yarışına girmek değil, buradaki sorunun temelinde Kıbrıslı Türklere de ait olan kaynakların paylaşılmasının yattığını herkese göstermek, Kıbrıs Türk tarafının bu sorun bakımından gerçek aktör olduğunu görünür kılmak olmalıdır. Üstelik bunun için önümüzde çok da fazla bir zaman yoktur. Üçüncü taraflar bu krizle ilgili olarak araya girmeye kalktıklarında o sahnede sadece Türkiye ve Rum tarafını bulurlarsa, burada kaybeden hem Kıbrıs Türkü hem de Türkiye olur. Oysa bu sahne, müzakere masasından kalkarak “paylaşma iradesine” sahip olmadığını gizlemeye çalışan Kıbrıs Rum tarafı açısından, onu paylaşmaya zorlayan ya da bunu kabul etmiyorsa bunun görünmesini sağlayacak olan bir platforuma dönüştürülebilir. Fırsat burdadır.  

4-    Bu ana değin Kıbrıs Türk tarafında yapılan bazı açıklamaların ortada hem bir kafa karışıklığı bulunduğunu, hem de uluslararası toplumda aleyhimize şekillenebilecek algıya dolaylı da olsa yardımcı olabileceğini söylemek mümkündür. Bugün yaşanan kriz ile doğrudan bağlantısı olmamasına rağmen bazı yetkililerin hala daha Kıta Sahanlığı Sınırlandırma Antlaşması’ndan bahsediyor olması gerçekten düşündürücüdür. Öte yandan Türkiye’ye yetki devrettiğimiz yahut verdiğimiz yönünde yapılan açıklamalar da maalesef Kıbrıs Türk tarafının pozisyonuna uygun değildir. Bugün KıbrısRum tarafı nasıl ki yabancı şirketlere (Noble Energy ve ENI-KOGAS) ruhsat sahalarında aramaçıkarma izinleri vermiştir, aynı şey Kıbrıs Türk tarafı için de geçerlidir. Yani burada Türkiye’ye değil, yabancı şirket olarak TPAO’ya verilmiştir. KKTC Bakanlar Kurulu tarafından kararlaştırılan ruhsat sahalarında bir şirkete verilen arama iznini tarif ederken Kıbrıs Türk yetkilileri gerekli özeni göstermek durumundadır. Aksi halde Kıbrıs Türk tarafı, kendisinin olması gereken sahneye Türkiye Cumhuriyeti devletini bir aktör olarak itmiş olmaktadır. Bu konuda herkesin sorumlu davranması gerekir.

5-    Devam eden bu deniz yetki alanları uyuşmazlığının çözümü ya da bu krizin yönetilmesi bağlamında BM Genel Sekreteri’nin Kıbrıs Özel Danışmanı’nın ortalarda olmayışı dikkat çekmektedir. Kıbrıs Türk tarafı, sayın Eide kendisini bu konuda yetkili görmüyorsa BM Genel Sekreteri’nden bu konuda Kıbrıs Türk ve Kıbrıs Rum tarafları arasında mekik diplomasisi yapacak bir kişiyi görevlendirmesini talep etmelidir. İster sayın Eide isterse bir başka temsilci kanalıyla olsun, bu uyuşmazlığın asıl taraflarının Kıbrıslı Türkler ile Kıbrıslı Rumlar olduğu böylece teyid edilmiş olacaktır. Bir diğer olasılık da, uyuşmazlığın tüm taraflarının bölgedeki deniz yetki alanları uyuşmazlıklarını (diğer komşu ülkelerin de katılımıyla) ele alacakları uluslararası bir toplantıda biraraya gelmeleridir. Herhalükarda  Kıbrıs Türk tarafının bir aktör olarak yeniden sahnede olacağı türden bir platform kurulması için çaba sarf etmek gerekir. Bu nedenle, Rum tarafı müzakereleri bu krizi gerekçe göstererek askıya almışken “biz müzakerelerin devamını istiyoruz” demek çok da anlamlı gelmemektedir.  

6-    Son olarak şu tehlikenin altını çizmek istiyorum. Müzakere sürecinde, müzakerelerin yoğunlaşacağı, pazarlığın yapılacağı ve BM’nin köprü kurucu fikirler getireceği aşamaya gelmek hiç de kolay olmamıştı. Bu türden prosedüre dair unsurlarla yapılandırılmaya başlayan sürecin Kıbrıs Rum tarafının askıya alma kararı ile havaya uçurulduğu bir ortamda, yani ortada bir süreç kalmamışken, Kıbrıs Türk tarafının BM kanalıyla dahi olsa konuların özünü müzakere etmeyi sürdürmesinin doğru olmayacağını düşünüyorum. Ortada bir süreç yokken, yani kapsamlı çözüme tanımlanmış bir süreçle ilerlemezken BM’nin bazı konularda üstelik de sadece Kıbrıs Türk tarafına köprü kurucu fikirler getirmesini kabul etmemek gerekir. Tanımlanmış ve yapılandırılmış bir süreç olmadıkca, müzakere başlıklarının özüne girmek, yakında bir viraj, ya da yolda bir çukur, ya da yol içinde bir yaya olup olmadığını bilmeksizin süratli araba kullanmaya benzeyecektir. Bu bilinmezlik ortamında müzakerelerin özüne dair görüşme yapılmaması gerektiğine inanıyorum."