Uzun süredir yapılan araştırmalar sonucu birçoğumuzun çok iyi bildiği bir şey var; hassas içerikli filmler ve televizyon programları, insanların psikolojik olarak sağlığını bozabilecek düzeydedir. Bu tip yayınlar doğrudan ruh halinizi etkileyebilir ve ortaya çıkan ruh haliniz de düşünce ve davranışlarınıza yön verebilir. Bu programlar kaygı, üzüntü, kızgınlık, tiksinti gibi olumsuz deneyimler yaşamanıza sebep olduğunda kendini yaşamınıza ait deneyimlerinizi nasıl hatırlayacağınızı, yorumlayacağınızı hatta ne derece endişe edeceğinizi de belirleyebilir.
Hayatımızda, çevremizde, dünyada her gün kötü olarak nitelendirebileceğimiz birçok olay yaşanıyor. Aylardır pandemi ve etkilerinin yarattığı büyük depremin yanı sıra kaza, cinayet, taciz, tecavüz, savaş, politika sorunları, adaletsizlik, hayvanlara yapılan eziyetler ve daha niceleri de televizyonlarda ya da gazetelerde kimi zaman sansürsüz olarak önümüze seriliyor. Serilirken de iyice dramatize edilip en duygusal şekilleriyle çıkarılıyor karşımıza. Her şeyin en kötü yanlarına vurgu yapılıyor ama insanlara yönelik olumsuz kazançları çoğu zaman göz ardı ediliyor. Yapılan bilimsel araştırmalara göre de insanlar bu tip yayınları okuyupizledikten sonra daha kaygılı, depresif, üzüntülü oluyorlar. Aslında bu noktada dikkat çeken bir diğer nokta da insanların kaygılı olmalarından çok endişe seviyelerinin de arttığı. Çevrelerinde yaşanan ve her gün maruz kaldıkları bu yayınlar onları şimdiki yaşamları ve gelecekleri konusunda da endişeye düşürüyor. Bu konunun en klişe örneğini hepimiz duymuşuzdur; “Böyle bir dünyaya çocuk getirmek delilik”… Bu tip düşüncelerin temeli, değişen yaşam şartları, kişisel deneyimler de olabilir elbette, ama yukarıdaki nedenleri de yadsıyamayız.
Bunlar yetişkinler için sorun yaratırken konunun bir de çocuklar için problem yarattığı alanlar var. Çocuklar ortalama olarak günde 3-4 saat TV izlemektedir. Bu oran bir çocuğun yılda ortalama 1000-1500 saatini TV karşısında geçirdiğini kanıtlar; üstelik yılda 900 saatini okulda geçirirken ki bu da TV izlemeyi çocukların birincil etkinliklerinden biri haline getirir. İlköğretim çağını tamamlamış bir çocuk yaklaşık olarak 100.000 kadar şiddet sahnesi ve 8.000 ölüm ya da öldürülme sahnesi izlemiş olmaktadır. Bu oranlar, yapılan bilimsel çalışmalar sonucu ortaya çıkartılmıştır. Bunun haricinde hayatımıza giren akıllı telefonlar ve televizyonların etkisiyle, video izleme programları üzerinde de aynı gerçekler savunulabilir, ancak bu konuyu detaylı bir şekilde başka bir yazımda ele alacağım.
Çocuklar böylesine uzun bir vakti TV karşısında geçirirken pasif öğrenciler haline gelebilir, dünyanın gerçekçi olmayan modelini gerçekçi algılayabilir, kalıp yargılar ya da ön yargılar oluşturabilir, fiziki olarak da göz sağlıkları zarar görebilir ya da hareketsizlikten dolayı şişmanlık sorunları yaşayabilirler.
Tüm çocuklar aynı şekilde etkilenmezler tabi ki. Çocuğun gelişimsel özellikleri, ailesel, sosyo-ekonomik ve çevresel faktörler ile ve çocuğun mizaç (huy, yaradılış, tabiat, karakter) özelliklerine göre değişkenlik gösterebilir. Fakat genel olarak şunlar söylenebilir ki, çocuklar şiddet ve korkutucu içeriğe sahip programlara maruz kaldıkça başkalarına karşı daha fazla saldırgan davranış sergileyebilir, daha fazla düşmanlık duyguları besleyebilir, daha korkulu ve daha güvensiz olabilir, başkalarının çektiği acı ve eziyete karşı duyarsızlaşabilir, kaygı ve uyku bozuklukları gösterebilirler. Ayrıca bu tip yayınlar ayrılık kaygısına yol açmaktadır. Uykudaki kâbusları ve diğer korkuları arttırabilir, dünyanın tehlikeli ve korkunç bir yer olduğu inancını geliştirebilir, korku duyan çocuğun kaygısını arttırabilir. Özellikle şiddetin çok normalmiş gibi önümüze serildiği bu mecralarda hem yetişkin hem de çocuklarda gitgide duyarsızlaşma ve olumsuzu normalleştirme davranışları gelişmektedir ki, bu çok ciddiye alınması gereken, oldukça riskli bir olgudur. Çarpıklaştırılan ikili ilişkilerden tutun da aile bağlarına, silahların fütursuzca çıkarılıp ateş edildiği mafyalara, insanların gerçek hayatta bulamayacağı ama hep aramaya çalışacağı olağanüstü aşk tablolarına, beden ve güzellik algısını tek tipe indirgeyip yeme bozukluklarına davetiye çıkaran tüm programlara, filmlere, dizilere evlerimize bedava giriş biletleri veriyoruz.
Bunlar uzun senelerdir yazılıp çiziliyor ama benim söylemek istediğim şey şu; çocuğunuzun ve elbette ki sizlerin hayatında bu kadar fazla yer tutan “cihazı” lehimize çevirebiliriz. Televizyonu tamamen hayatımızdan çıkarmak günümüzde ütopik bir düşünce halini almaktadır. Bu yüzden önemli olan televizyonu seyretmemek değil, çocukları doğru ve uygun programları seyretmeye yöneltmektir. Aynı şey biz yetişkinler için de mümkün; ilgi alanlarımıza yönelik konuları binlerce kanal içerisinden bulabilmek eskisinden çok daha kolay. Televizyon için çok yararlı ya da yararsız demenin pek de bir anlamı yok. “Beyaz cam mı yoksa siyah mı?” sorusuna verilecek en güzel cevap, ikisinin tam ortası, “gri cam” olabilir. Olumlu ve olumsuz etkileri, nasıl ve ne derecede kullanıldığıyla ilgili. Televizyonun eğlendirici, rahatlatıcı, eğitici, dünyada olup bitenler hakkında bilgi verici gibi özelliklerini inkâr edemeyiz, sadece tüm bu olumlu yanlarının yanında kontrolsüz kullanımından doğan boşa vakit kaybını, tüketimi çoğaltmasını, şiddeti eve taşımasını, sosyalliği engellemesini önlemek gerekmektedir. Yani; televizyon sizi ya da çocuğunuzu değil siz onu yönettikçe ortada sorun yok…


Psikolog Esra Dağlar Bozdoğan
[email protected]