Şap hastalığı hayvanlarda görüldü. Açıklamalar yapıldı, “kontrol altına alındı” denildi, bazı bölgelerde hayvan hareketleri kısıtlandı. Peki kimse şu soruyu sormadı ya da sormaya cesaret edemedi: Bu hastalık ortaya çıkmadan önce, biz ne kadarını yedik?
Şap hastalığı yeni bir hastalık değil. Etkileri, bulaşma hızı ve ekonomik sonuçları yıllardır biliniyor. Ama nedense her ortaya çıktığında aynı senaryo oynanıyor: Önce sessizlik, sonra sınırlı açıklamalar, ardından “panik yapmayın” cümleleri… Oysa asıl panik, gerçeğin zamanında söylenmemesinden doğuyor.
Hastalık tespit edilene kadar geçen sürede kesime giden hayvanlar oldu mu? Olduysa bu etler nerelere dağıtıldı? Kasap tezgâhına, restoran mutfağına, ev sofralarına girdi mi? Girdi ise hangi denetimle, hangi kontrolle? İşte cevabı verilmeyen esas soru bu.
Yetkililer genellikle “insana bulaşmaz” cümlesinin arkasına saklanıyor. Oysa mesele sadece bulaşıp bulaşmaması değil. Mesele gıda güvenliği, etik, şeffaflık ve kamu sağlığına duyulan saygıdır. İnsanlar ne yediğini bilmek ister. Bilmek zorundadır.
Şaplı hayvan etinin piyasaya sürülüp sürülmediği açıkça söylenmediği sürece, “güven var” demek mümkün değildir. Çünkü güven, bilgiyle kurulur; suskunlukla değil. Bir ülkede vatandaş, “Acaba?” diye düşünüyorsa, orada sorun hastalıktan çok yönetimdedir.
Bir diğer sorun da zamanlama. Hastalık ortaya çıktığında değil, ortaya çıkmadan önce denetim yapılması gerekir. Veteriner kontrolleri, hayvan hareketlerinin takibi, kesimhane denetimleri kağıt üzerinde değil, sahada yapılmalıdır. Aksi halde her krizden sonra aynı soruyu sorarız: “Peki biz ne kadarını yedik?”
Bu soru sadece mideyle ilgili değildir. Bu soru, devlete duyulan güvenle, kurumların ciddiyetiyle ve toplum sağlığının ne kadar önemsendiğiyle ilgilidir. Cevap verilmediği sürece de insanların aklında kalmaya devam edecektir.
Çünkü sofraya gelen et sadece et değildir. O, aynı zamanda denetimin, sorumluluğun ve vicdanın ürünüdür. Ve eğer bu zincirin bir halkası kopmuşsa, bedelini herkes öder.