Gündem Kıbrıs Web TV’de yayınlanan “Elit Yaşam” programında yaşlanma sürecini etkileyen faktörleri bilimsel temellerle ele almış; beslenme, egzersiz, uyku ve stres gibi yaşam tarzı unsurlarının yaşlanma üzerindeki belirleyici rolünü vurgulamıştık. Bu yazı dizisinin son bölümünde ise, yaşlanma sürecini yavaşlatmaya yönelik kullanılan takviyeleri, bilimsel etkileri ve potansiyel faydalarıyla birlikte değerlendiriyoruz.

Geçen haftaki yazımızda NAD+, Rapamycin ve Fisetin/Quercetin adlı senolitiklerden bahsetmiştik. Bu hafta kaldığımız yerden devam ediyoruz.

4. Kurkumin (Zerdeçal Aktif Bileşeni)

Kurkumin, zerdeçal (Curcuma longa) bitkisinin ana biyoaktif bileşeni olup, güçlü antioksidan ve anti-inflamatuar özellikleri sayesinde yaşlanma karşıtı tıpta giderek daha fazla ilgi görmektedir. Hücresel yaşlanmayı tetikleyen temel mekanizmalardan biri olan kronik düşük dereceli inflamasyon (inflammaging) kurkuminin başlıca hedeflerinden biridir. Kurkumin, özellikle NF-κB sinyal yolunun baskılanması yoluyla proinflamatuar sitokin üretimini azaltır (Zhang et al., 2019). Aynı zamanda Nrf2 yolunu aktive ederek hücre içi antioksidan savunma mekanizmalarını güçlendirir, böylece oksidatif stres kaynaklı hücresel hasarın önüne geçer (Rahimi et al., 2016).

Kurkuminin yaşlanma ile ilişkili diğer yollar üzerindeki etkisi de dikkat çekicidir. Özellikle mTOR ve AMPK gibi metabolik yolaklarda düzenleyici rol oynayarak hücresel enerji dengesini ve otofajiyi iyileştirdiği gösterilmiştir (Zhang et al., 2019). Hayvan çalışmaları, kurkuminin mitokondri fonksiyonunu artırdığı, DNA hasarını azalttığı ve yaşlanmaya bağlı bilişsel gerilemeyi yavaşlattığını ortaya koymuştur (Hewlings & Kalman, 2017). Ayrıca, senesens hücrelerin inflamatuar etkilerini bastırması sayesinde, kurkuminin dolaylı olarak senomorfik etki gösterdiği düşünülmektedir. Bu durum, yaşlanmış hücreleri ortadan kaldırmadan onların zararlı etkilerini baskılayarak doku sağlığını korumayı amaçlayan bir stratejidir. Bu durumda, fisetin ve quercetin gibi senolitiklerle birlikte sinerjistik bir etkisi olduğunu söylemek mümkündür.

Kurkumin, özellikle osteoartrit ve romatoid artrit gibi kronik inflamatuvar eklem hastalıklarında dikkat çekici terapötik potansiyele sahip doğal bir bileşiktir. Biyolojik etkilerini, başta nükleer faktör kappa B (NF-κB), tümör nekroz faktörü-alfa (TNF-α) ve siklooksijenaz-2 (COX-2) gibi proinflamatuvar sinyal yollarını baskılayarak gösterir. Bu yolla eklem dokusunda inflamasyonu azaltır, ödemi ve ağrıyı hafifletir. 2016 yılında yayımlanan bir meta-analizde, kurkuminin osteoartrit semptomlarını azaltmada plaseboya kıyasla anlamlı derecede etkili olduğu ortaya konmuştur (Daily et al., J Orthop Res, 2016). Benzer şekilde, romatoid artrit hastalarıyla yapılan randomize bir çalışmada, kurkuminin tek başına kullanıldığında bile diklofenak sodyumdan daha üstün antiinflamatuvar etki gösterdiği bildirilmiştir (Chandran & Goel, Phytotherapy Research, 2012). Bu sonuçlar, kurkuminin hem semptomları hafifletme hem de klasik antiinflamatuvar ilaçlara olan ihtiyacı azaltma potansiyelini vurgulamaktadır. Özellikle uzun süreli NSAİD kullanımı ile ilişkili mide-bağırsak ve kardiyovasküler yan etkiler göz önüne alındığında, kurkuminin güvenli bir alternatif veya tamamlayıcı tedavi seçeneği olabileceği düşünülmektedir.

Klinik uygulamada kurkuminin en büyük zorluğu düşük oral biyoyararlanımıdır. Bu nedenle, piperin (karabiber ekstresi) ile birlikte kullanımı veya liposomal, nanoemülsiyon ve fosfolipid kompleksleri gibi gelişmiş formülasyonların tercih edilmesi, etkinliğini belirgin şekilde artırmaktadır (Hewlings & Kalman, 2017). Güncel klinik çalışmalar, kurkuminin yaşlanma süreci üzerindeki etkilerini daha net bir şekilde ortaya koymak üzere devam etmektedir fakat inflamasyon üzerindeki etkileri ve insan kullanımında sağlık açısından bir sakınca gözlemlenmemesi, kurkumini şimdiden oldukça popüler bir takviye yapmaktadır.

5. Omega-3 Yağ Asitleri

Omega-3 yağ asitleri, özellikle eikosapentaenoik asit (EPA) ve dokosaheksaenoik asit (DHA), hem hücresel yaşlanmayı yavaşlatma hem de kronik hastalık risklerini azaltma yönünden anti-aging dünyasında önemli bir yer tutar. Omega 3 yağ asitleri, hücre zarlarının bütünlüğünü koruyarak membran akışkanlığını artırır, mitokondriyal fonksiyonları destekler ve inflamasyonun temel düzenleyicilerinden biri olan NF-κB yolunu baskılar. Kronik inflamasyonun yaşlanmanın ana bileşenlerinden biri olduğu düşünüldüğünde, omega-3’lerin sistemik inflamasyon belirteçlerini (örn. CRP, IL-6, TNF-α) azaltması bu etkilerin temelini oluşturur (Calder, 2020).

Ayrıca, omega-3’lerin telomer kısalmasını yavaşlattığı gösterilmiştir. Bir prospektif çalışmada, yüksek omega-3 düzeylerine sahip bireylerde lökosit telomer uzunluğunun daha iyi korunduğu bulunmuş, bu da hücresel yaşlanmanın biyolojik bir göstergesi olarak yorumlanmıştır (Farzaneh-Far et al., 2010). Kognitif yaşlanma bağlamında ise DHA’nın özellikle hipokampus ve prefrontal kortekste sinaptik plastisiteyi desteklediği ve Alzheimer hastalığı gibi nörodejeneratif süreçlere karşı koruyucu olabileceği gösterilmiştir (Yurko-Mauro et al., 2015).

Kardiyovasküler sistem üzerine olan faydaları da yaşlanma sürecini doğrudan etkiler: Omega-3 takviyeleri, trigliserid düzeylerini düşürür, endotel fonksiyonunu iyileştirir ve aritmi riskini azaltır (Nicholls et al., 2020). Tüm bu etkiler, omega-3 yağ asitlerini yalnızca kardiyometabolik sağlık için değil, aynı zamanda hücresel yaşlanmanın yavaşlatılması ve sağlıklı yaşlanmanın desteklenmesi açısından da önemli bir molekül haline getirmiştir. Mesela Omega-3 düzeylerinin düşüklüğü ile mortalite arasındaki ilişkiyi değerlendiren dikkat çekici bir çalışma, omega-3 eksikliğinin, sigara içmek kadar ciddi bir ölüm riski faktörü olabileceğini ortaya koymuştur. Harris ve arkadaşlarının 2021 yılında yayımladığı bu çalışma, 2500’den fazla bireyin verilerini analiz ederek, kanda düşük omega-3 indeksine sahip bireylerin tüm nedenlere bağlı ölüm riskinin, sigara içenlerle benzer düzeyde olduğunu göstermiştir (Harris et al., American Journal of Clinical Nutrition, 2021). Çalışma, omega-3 indeksinin (eritrosit membranında ölçülen %EPA + %DHA düzeyi) yaşam süresi üzerinde güçlü bir öngörücü biyobelirteç olabileceğini vurgulamış ve %8’in üzerindeki bir omega-3 indeksinin ideal aralık olarak hedeflenmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu bulgular, omega-3 yağ asitlerinin yalnızca kardiyovasküler değil, aynı zamanda genel sağkalım açısından da temel bir rol oynadığını ve yetersizliğinin yaşam süresi üzerinde ciddi etkileri olabileceğini göstermektedir.

6. Koenzim Q10 (CoQ10) ve PQQ

Koenzim Q10, mitokondrilerin iç zarında bulunan ve hücresel enerji üretimi için kritik öneme sahip bir moleküldür. Elektron transport zincirinde kompleks I ve II’den kompleks III’e elektron taşınmasında görev alarak ATP üretiminin ana basamaklarında yer alır. Bu nedenle CoQ10 eksikliği, özellikle yüksek enerji ihtiyacı olan kalp, beyin ve kas dokularında mitokondriyal disfonksiyona ve yaşlanma belirtilerine neden olabilir. Ayrıca, güçlü bir lipofilik antioksidandır ve serbest radikalleri nötralize ederek hücre zarlarını oksidatif hasara karşı koruyucu bir özelliği mevcuttur (Littarru & Tiano, 2007).

Yaş ilerledikçe vücutta CoQ10 sentezi azalır; bu durum hem enerji üretiminde azalmaya hem de hücresel yaşlanma süreçlerinin hızlanmasına neden olur. Q-SYMBIO (Q10 SYMBIotic Effects) çalışması, Koenzim Q10’un (CoQ10) ileri evre kalp yetmezliği üzerindeki etkilerini değerlendiren, çok merkezli, çift kör, plasebo kontrollü randomize bir klinik çalışmadır. Çalışmaya NYHA sınıf III ve IV kalp yetmezliği olan toplam 420 hasta dahil edilmiştir. Hastalar, günde toplam 300 mg CoQ10 (3x100 mg) veya plasebo ile tedavi edilmiş ve 2 yıl boyunca takip edilmiştir. Primer sonlanım noktası, majör advers kardiyak olaylar (MACE) ve sekonder sonlanım noktaları arasında kardiyovasküler mortalite, hospitalizasyon oranı ve semptom iyileşmesi yer almıştır. Sonuçlar oldukça dikkat çekicidir: CoQ10 grubunda kardiyovasküler ölüm oranı %43 azalmış, genel mortalite %42 azalmış ve semptomatik iyileşme oranı anlamlı olarak artmıştır. Ayrıca CoQ10 alan hastalarda hastaneye yatış oranları ve NT-proBNP düzeylerinde de belirgin iyileşmeler gözlemlenmiştir. Bu çalışma, CoQ10’un kalp yetersizliği tedavisinde yalnızca biyolojik olarak değil, klinik sonlanımlar açısından da anlamlı katkı sağladığını gösteren en güçlü kanıtlardan biridir (Mortensen et al., 2014).

Pyrroloquinoline quinone (PQQ), daha yakın zamanda keşfedilmiş bir redoks kofaktörüdür ve temel etkilerinden biri mitokondriyal biyogenezi uyarma kapasitesidir. PGC-1α (peroxisome proliferator-activated receptor gamma coactivator 1-alpha) üzerinden mitokondri üretimini destekler, bu da hücresel enerji kapasitesini artırır (Stites et al., 2006). Bununla birlikte, PQQ, NADPH oksidaz ve Nrf2 yolaklarını da etkileyerek antioksidan savunmayı güçlendirir ve nöroinflamasyonu baskılayabilir.

PQQ’nun beyin sağlığına yönelik etkileri özellikle dikkat çekicidir. Hayvan modellerinde, hipokampusta sinaptik plastisiteyi desteklediği ve öğrenme-bellek süreçlerini iyileştirdiği gösterilmiştir (Zhang et al., 2009). İnsan çalışmalarında da bilişsel performans, dikkat ve enerji seviyelerinde anlamlı iyileşmeler sağladığı bildirilmiştir (Nakano et al., 2012).

Birlikte kullanıldıkları zaman Koenzim Q10 (CoQ10) ve Pyrroloquinoline Quinone (PQQ), mitokondri fonksiyonu üzerine tamamlayıcı etkiler gösterir. CoQ10 mitokondri içindeki mevcut enerji üretim kapasitesini (ATP sentezi) desteklerken, PQQ yeni mitokondri oluşumunu (mitokondriyal biyogenez) uyarır. Bu iki yol, özellikle hücre yaşlanması, enerji eksikliği sendromları ve nörodejeneratif süreçlerde önemli bir sinerji yaratabilir. PQQ, PGC-1α ve NRF1/2 gibi transkripsiyon faktörlerini aktive ederek mitokondri üretimini tetiklerken; CoQ10, elektron transport zincirinde redoks taşıyıcısı olarak görev alır ve serbest radikalleri nötralize ederek mitokondri zarlarını oksidatif hasardan korur.

Bu sinerjinin klinik etkilerini değerlendiren önemli bir çalışma, 2013 yılında Harris ve arkadaşları tarafından yürütülmüş ve Nutrition dergisinde yayımlanmıştır. Çalışmada, PQQ (20 mg/gün) ve CoQ10 (200 mg/gün) kombinasyonu, orta yaşlı sağlıklı bireylerde 12 haftalık süreyle test edilmiştir. Katılımcılarda yorgunluk algısı, bilişsel performans ve enerji metabolizması parametreleri izlenmiş; sonuçlar plaseboya kıyasla anlamlı iyileşmeler göstermiştir. Özellikle mitokondriyal biyogenezle ilişkili gen ekspresyonlarında artış, inflamatuvar belirteçlerde azalma ve daha iyi bilişsel dikkat performansı gözlemlenmiştir (Harris et al., Nutrition, 2013).

7. Glycine ve N-Acetyl Cysteine (NAC)

Glycine (Glisin), insan vücudundaki en basit ve en küçük amino asitlerden biridir. Sadece protein yapısına katılmakla kalmaz, aynı zamanda glutatyon sentezi için de kritik bir öncül maddedir. Glisin, glutamat ve sistein ile birlikte, üçlü yapıda antioksidan bir tripeptid olan glutatyonun (GSH) sentezinde yer alır. Glisin ayrıca mitokondriyal fonksiyonu destekler, inflamasyonu baskılar ve hücresel stres yanıtını düzenler (Branched et al., 2010).

N-asetilsistein (NAC) ise, sistein amino asidinin stabilize edilmiş bir formudur. Vücutta sisteine dönüşerek yine glutatyon sentezinde rol alır. NAC, oksidatif stresin baskılanmasında en önemli endojen savunma sistemlerinden biri olan glutatyon seviyelerini artırma kapasitesi ile bilinir. Aynı zamanda doğrudan serbest radikalleri temizleyen bir antioksidan etkiye de sahiptir. Klinik pratikte, asetaminofen (parasetamol) zehirlenmesinde karaciğeri koruyucu etkisi nedeniyle yaygın olarak kullanılır.

Glisin ve NAC birlikte kullanıldığında, glutatyon sentezinin iki öncül maddesi aynı anda temin edilmiş olur; bu da glutatyon eksikliği olan bireylerde GSH seviyelerini optimal düzeye çıkarma potansiyeli taşır. Bu sinerji, yalnızca hücresel redoks dengesini sağlamakla kalmaz, aynı zamanda mitokondriyal fonksiyonları iyileştirir, insülin direncini azaltır, inflamasyonu baskılar ve yaşlanmayla ilişkili moleküler süreçleri hedef alır.

2021 yılında Ravichandran ve arkadaşları, Clinical and Translational Medicine dergisinde yayımladıkları çalışmada, 70-80 yaş aralığındaki yaşlı bireylere 24 hafta boyunca glisin (1.33 mmol/kg/gün) ve NAC (0.81 mmol/kg/gün) kombinasyonu verilmiştir. Çalışmanın sonunda, glutatyon düzeylerinde anlamlı artış, oksidatif stres belirteçlerinde azalma, mitokondriyal yağ asidi oksidasyon kapasitesinde artış, insülin direncinde düzelme ve hatta epigenetik yaşlanma belirteçlerinde gerileme saptanmıştır. Ayrıca kas gücü, yürüyüş hızı ve bilişsel performans gibi fonksiyonel yaşlanma parametrelerinde de belirgin iyileşmeler gözlenmiştir (Ravichandran et al., 2021).

Aynı araştırma grubunun 2023 yılında yayımladığı bir takip çalışmasında ise GlyNAC takviyesinin HIV pozitif bireylerde erken yaşlanmayı durdurabildiği, oksidatif stres ve mitokondriyal disfonksiyona bağlı fonksiyon kayıplarını geri çevirebildiği bildirilmiştir (Ravichandran et al., 2023). Bu bulgular, GlyNAC’in yalnızca yaşlı bireylerde değil, oksidatif stresin yoğun olduğu kronik hastalıklarda da etkili olabileceğini göstermektedir.

Haftaya yazı dizimizin son bölümünün üçüncü kısmında Ashwagandha, Resveratrol, Spermidine ve Sulforaphane adlı takviyelerden bahsederek yazı dizimizi sonlandıracağız.

Sağlıklı günler dileklerimle,
Dr. Ahmet Özyiğit