Mart ayının başıydı, ortasıydı, sonuydu derken; ülkemiz geçen sene yeni tip koronavirüs ile tanıştı!
Ve 2019 yılında Çin’in Wuhan kentinden Dünya’ya yayılan bu virüsün yarattığı öldürücü hastalığa Covid 19 diye bir isim verildi. Coronavirüs hastalığının 2019 yılında başladığını ifade eden bir kısaltmadır Covid – 19...

-*-*-

Bu hastalığın veya salgının ismin ilk işittiğimiz zamanlar pek umursamadık ama ardından “sokağa çıkma yasağı” gelince, işin ciddi olduğunu ilk kez anlamış gibiydik.
Tam anlamamıştık ama...

-*-*-

Çünkü sıcaktan mıdır yoksa ilk kapanma tedbirlerine uyulmasından mıdır nedir; vaka sayımız korkutan boyutta değildi, yaşamını yitirenler ise sadece 4 kişiydi. Hatta Dünya’da on binlerce insan ölürken, milyonlarca insana da virüs bulaşırken günlerce sıfır vaka çektiğimiz bile olmuştu... 
Üstelik ölen kişiler “Kıbrıslı” olmayınca, bizim ahali ne yazık ki fazla da umursamıyordu ki akabinde açılıp saçılmayı, “bu iş bitti” diye davranmayı maharet saydık.

-*-*-

Eğitim darmadağın olmuştu.
Üniversiteler ve yan sektörler sıkıntılıydı.
Oteller ve yan sektörler daha sıkıntılıydı.
Bu arada karantina oteline dönüştürülen bazı yurtlar ve konaklama tesisleri en azından batmıyor hatta bazıları kar bile elde eder hale gelebiliyordu veya “hiç işlemeyecekken, bir anda tam dolu hale gelebiliyordu” ama işler yine de ülke geneli açısından hiç iyi değildi.

-*-*-

Bu arada “hata” yapıldı mı?
Geriye dönüp de hata hesabı sormanın bence bir anlamı yok ama bir çok “sağ kanattan siyasetçi” nedense meseleyi hep Güneyle kıyaslamayı sevdi... 
Hatta süreci Rum tarafından daha iyi yönettiğimizi ileri sürenler oldu; konuyu siyasi tanınmaya kadar taşıyanlar bile ortaya çıktı.
Hatta bir ara öyle bir “sol – sağ” kavgası yaşandı ki, “virüs Rum tarafından mı yoksa Türkiye’den mi geliyor?” sorusu, siyasi rekabet meselesi haline getirildi.
Rumcular, Türkçüler hikayesi!
Ne salakça, ne aptalca bir bakıştı bu oysa!

-*-*-

Evet, geçmişin hesabını sormamak lazım ama “ikinci dalga” beklentisi ile ilgili “sağlıkçıların” uyarıları hiç dikkate alınmadı.
Aynı dönemde, cumhurbaşkanlığı seçimi bile yapıldı...
Bu sırada, sağlık adına çaba sarf edilmedi demiyorum ama ne yazık ki siyaseten çok ciddi saçmalıklar ortada dolaşmaya başladı... 
Mesela, imkansız olduğu bilindiği halde, Azerbaycan’ın, Libya’nın KKTC’yi tanıyacağı yalanları dahi ortaya atıldı...

-*-*-

Aralık ayına gelindiği günlerde, “evet sağlık önemli ama ekonomi de önemli” diyerek, belki de o ayın ortasında alınması gereken kapanma kararı, Şubat’ın ilk haftasına kadar ertelendi... 
Haliyle de şu anda içinden çıkılmaz bir hal belirdi.
İkinci dalga mıdır, üçüncü dalga mıdır bilemem ama “bir çok doktorumuza göre” bu dalga, sahildeki herkesi kayalara çarpmıştır, tedbir alınmazsa, ölüm artabilir. 

-*-*-

Suçlu şuydu!
Yok hayır buydu!
Hayır hayır, oydu suçlu!

-*-*-

Kimse, kimseyi suçlamasın... 
Çok açık ve de seçik bir şekilde, mevcut siyasi yapının, kimsesizliğin, tanınmamışlığın, çözümsüzlüğün geleceği nokta burasıydı... 
“Türkiye verirse, sorun yok”...
Allah’a şükür, Türkiye aşıyı da, parayı da verdi ama bu defa kimse, “düdüğü de ben çalacağım” dediği zaman, “yok hayır” diyemez noktaya geldi...

-*-*-

Tam bu esnada; kimsesizliğin, çözümsüzlüğün, izole olmuşluğun açtığı çok derin yaraları – başka çaresi olmadığı için Türkiye ile sarmaya çalışırken - tüm Dünya’dan daha da izole olma riski bulunan, daha da yalnızlaşabileceğimiz siyasi ataklar geliştirildi...

-*-*-

Evet, yanımızda Türkiye var, doğrudur!
Ama, federal çözüm yerine, BM’nin, Dünya’nın reddettiği çözüm modellerini talep etmek, bence doğru değildir!
Açıkçası, “ilhak” kesinlikle bu talepten yan “egemen eşit iki devlet” talebinden daha mantıklı; daha doğrudur... 
Daha kolay gerçekleşebilirdir!

-*-*-

Ve ekonomi çöktü...
Aşı belirsiz...
Ekonominin çöktüğünü uzmanların söylemesine de gerek yok çünkü her şey ortada... 
İşyerleri kapandı.
İnsanlar işsiz kaldı.
Yatırım sıfır.
İnşaatlar durdu.
Okullar haliyle çevredeki tüm sektörleri olumsuz etkiledi.
Turizm de aynen... 
Devletin tüm geliri azaldı; “bütçe” denilen şey, “maskaralık hesapları” haline dönüştü.

-*-*-

Ve hala bir kriz masası kurulmuyor...
Muhalefet her şeyden dışlanmış durumda...
Hala, oturup da meselenin uzmanlarca tartışılması için bir olanak tanınmıyor...
Herkes bir alem...
Her kafadan bir ses çıkıyor...
İş insanları aşı satın almaya çalışıyor falan...
Ve herkes, herkesi insafsızca eleştiriyor.

-*-*-

Ekonomide ne olacak?
Maliye ne yapacak?
İnsanlar borçlarını nasıl ödeyecek?
Mahkemeler gecikirse, adalet de iflas etmeyecek mi?
Bir plan var mı?
Yok!

-*-*-

Kıbrıs sorununda talebimizin “çirkin bir talep” olduğunu söylemiyorum ama mevcut yokluk, bitmişlik, tükenmişlik, parasızlık ve çaresizlik şartlarında tüm Dünya’dan tamamen kopma riskimiz bence gözardı edilmekte ve çok cesur davranılmaktadır!

-*-*-

Korkmak mı lazım?
Biz cesur bir toplumuz!
Biz cesur bir milletiz!
Elbette öyleyiz de, bence biraz korkmak lazım!
Korkmak derken, pısırıklık içeren bir çaresizlikten söz etmiyorum.
Yok olmaktan korkmak lazım!
Tükenmekten korkmak lazım!
Ve yok olup tükenmemek adına; “uzlaşı sınırları içerisinde taleplerle sahada olmamız” kaçınılmazdır! 

-*-*-

Peki, korkmazsak ne olur?
Eğer hiç korkmadan, son derece cesur bir şekilde çözümsüzlüğün üzerine yürümek, en iyi ihtimalle, eli ayağı tutan herkesin “KKTC”den göçü demek olur!