“Gelen de Türk giden de Türk” diyerek, ülkenin insanlarının göç etmesine bir şekilde göz yummak, belki de tarihimizin en ciddi siyasi hataları arasındaydı.

Gelene elbette şikayetim yok!

Gelenin Türk olması veya başka ülkelerden olması da beni hiç rahatsız etmez!

Ama kendi insanımız, gençlerimizi, geleceğimizi “kovmak”; “gitmelerini adeta arzulamak” en iyi açıklamayla “gitmelerine göz yummak”, tarihimizin en kara lekesidir!

-*-*-

İnsanımıza sahip çıkamadık…

İnsanına sahip çıkamayan bir toplumun “halk” olabilmesi; çok daha zordu…

Ve haliyle, kendi insanına sahip çıkamayan bir toplum, nasıl devlet kuracak ve o devlete sahip çıkacaktı; bu da ayrı bir “muamma”ydı!

-*-*-

Biliyor musunuz, korona illeti öncesinde Santorini diye bir Yunan adasına tatile gitmiştik.

Dipkarpaz Yarımadası’ndan daha küçük bir ada ama Dünya’yı çekiyor…

Ünlü yamaç evleri, mekanları olan ada…

Açıkçası, sadece Lefke Bölgesi, bu adaya bin basar…

Her açıdan…

Ama, bu pazarlama ve tabii ki siyasi başarı ve başarısızlık meselesidir.

Neyse!

-*-*-

Santorini, değil insanlarına, eşeklerine bile sahip çıkmıştı…

Çünkü, teleferikler yapılsa da, liman inşa edilse de, havaalanı olsa da, eşekler, yıllarca hem insanları hem de yük taşımıştı ve hala taşımaktaydı.

Bir eşek, Santorini halkı için manevi anlamda bir Ferrari’den daha değerliydi; çünkü daha çok işe yarardı.

Ferrari’yi alsan, sürecek yol yok ki!

-*-*-

Biz, insanımıza sahip çıkamadık…

Demek istediğim veya söyleyeceğim şudur ki; hazır yeni bir cumhurbaşkanı seçeceğiz ya; artık insanımıza daha çok sarılalım…

“İnsanımız da insanımız” demeyi başaralım…

-*-*-

Nasıl mı?

Mesela “su”yla!

Suyumuzu, “kopması – parçalanması muhtemel” bir su borusuna veya borular dizisine mahkum etmeyelim…

Derhal acil bir su kongresi toplayalım; nasıl tasarruf yapacağımızı, nasıl su biriktirebileceğimizi, yer altı sularımızı nasıl zenginleştireceğimizi araştıralım…

Denizden arıtımı, güneşten enerjiyle yapabilir miyiz?

Rüzgarla su çıkarabilir miyiz?

Olmuyor mu?

Olmaz mı?

Ne zaman baktınız, ne zaman kendi uzmanlarımızla bu konuyu tartıştınız?

-*-*-

Kıbrıs gazetesinin dün ön sayfasından verdiği haber bence bu konuda en önemli dersimiz olmalı.

Gönendere’de gölette su var ama motorlar bozuk, borular kırık, gölet orada dolu bir şekilde duruyor ve su, ya buharlaşıyor, ya da toprağa geçip kayboluyor!

-*-*-

Mesele kişiler değildir.

Mesele, bu ülkede ikisini de çok sevdiğim, iyi niyetlerinden ve dürüstlüklerinden endişe etmediğim bir önceki bakan Erkut Şahali veya şimdiki bakan Dursun Oğuz değildir!

Mesele, “iş bitiricilik”tir!

Ama “umursamaktır” aynı zamanda!

“Gaylesini çekmektir susuzluğun”…

-*-*-

Yeni Bakış gazetesinin dünkü manşeti de “hırpalayıcı” seviyede “acı”ydı!

Damardan vurdu!

Devlete ait lojmanların, nasıl iç edildiğinin, hala ganimet zihniyetinin nasıl devam ettiğinin, vergi mükelleflerinin hiçe sayıldığının; insanları adeta “itaatsizliğe ittiğinin” göstergesiydi…

-*-*-

Tam bunları yazarken, sevgili Kenan Örgen aradı…

Kenan, doğuştan arkadaşım, hatta kardeşim…

Ava birlikte gidiyoruz…

Ve Kenan, UBP’nin dört genel sekreter yardımcısından da biri…

“… İhmal etme av ruhsatını ha!” dedi; “çıkaranı da!” deyiverdim.

Çıkarmıyorum!

-*-*-

Neden otomobile seyrüsefer çıkarayım?

Neden?

Kardeşim, nasıl olur da herkese ev dağıtabilirsiniz?

Nasıl olabilir?

-*-*-

İsmail’i daha önce de anlattım sizlere…

“Bok İsmail”di lakabı…

Öyle bilinirdi…

Bir O bir de annesi…

Birlikte yaşıyorlardı…

Lefkoşa’da bir barakada…

-*-*-

İsmail, 1974 savaşına katılmıştı.

Savaş bitmiş, biz kazanmıştık!

İsmail, sağına bakıyor, soluna bakıyor, herkese ev dağıtıyorlar…

Gidip, kendisi de istemişti…

Yıllarca, herkese fikirler veren, milliyetçilik öğretenler, o günlerde üst düzey iskan memurlarıydı…

“Hakkın yok” demişlerdi İsmail’e!

-*-*-

Ve İsmail çılgına dönmüştü!

Neden O’nun da hakkı olmasındı?

Herkese gitmiş, şikayet etmişti…

Sonuç alamamıştı.

Çünkü O kimdi ki?

-*-*-

Ve İsmail, annesini de aldığı gibi, soluğu Rum tarafında almıştı!

Akabinde de annesi ile birlikte, oradaki baskılara da dayanamamış, İngiltere’ye iltica furyasının yaşandığı günlerde, bir arkadaşının da yardımıyla, “sığınmıştı”…

İngiliz, lüks bir bölgede, kendisi ve annesinin rahatça yaşayacağı bir daire vermiş; annesine 80’li yaşlarında ilk defa “insan gibi” bakan “insanlar” ortaya çıkmıştı.

-*-*-

İsmail, bütün gün kumar oynayan, çalışmayı da sevmeyen biriydi.

Ama, ülkesi “hakkı olduğu halde”, O’na “hak” vermemişti.

Ona inanıyordu!

Öyle düşünüyordu!

Nerede bilmiyorum ama Londra’da her karşılaştığımızda, ana avrat, yönetenlerimize söverdi.

Sağ – sol ayırmadan!

-*-*-

Ve bir gün annesi ölmüştü…

Sicim gibi yağmur yağıyordu…

Küçük bir dozerin operatörü çamurun içine çukur kazmıştı.

Bir ben, bir İsmail, bir operatör ve bir de Ramadan Güney…

Rahmetlik Ramadan amcanın işi oydu…

Dozerci “ben ıslanamam” demiş, kenara çekilmişti.

İsmail, “anamı toprağa veremem” demişti.

O tabutu, çukura yani mezara Ramadan amca ile ikimiz indirmiştik ve tabiri caizse subba sucuk olmuştuk!

-*-*-

Diyeceğim o ki, o cenazeden sonra İsmail’i bir daha hiç görmedim.

Ama o cenazeden önce veya sonra, KKTC hiç hayır etmedi!

-*-*-

İnanırsınız, inanmazsınız bilemem ama bazen aklıma gelmiyor değil; “kendi insanlarımızın ahı tuttu”…

-*-*-

Yeni bir cumhurbaşkanı ve yeni bir lider seçeceğiz…

Bazı şeyler değişmeli…

Değişmeli…

Yeni bir gelecek şart…

Ve bu yeni gelecekte insanımız, “ahhh” çekmemeli!

Kendi devletine lanet etmemeli!

Kendi ülkesine küsmemeli!

Kaçmamalı!

Kaçmaya zorlanmamalı!

“Göç adaların kaderidir” denilerek, eşeklerden de değersiz kabul edilmemeli!