Bir İngiliz gazetesinde dün “bağış” ilanı dikkatimi çekti.
Bu ilanda, Büşra (Bushra) adlı bir kız çocuğunun fotoğrafı kullanılmış ve yaşam öyküsünden kesitler aktarılmış…

-*-*-

Bushra 9 yaşında…
Suriye’de, Yemen’de, Somali’de; göçmen kamplarındaki 24 milyon kişiden biri…
Elini – yüzünü yıkayacağı veya içeceği temiz suyu yok…
Ailesinden hayatta kalanlarla, ülkesindeki savaştan kaçmış ve en azından başını sokacağı bir yıkıntı baraka ya da çadır bulmuş…

-*-*-

Yaşadığı travma bir yana, karnı aç.
Ve şimdi Bushra ve ailesi ile aynı kampı paylaştıkları 150 aile yanında toplamda 24 milyon insan; koronavirüs belasıyla da uğraşmak zorunda…

-*-*-

Ve Büşra’nın kaldığı kampta, bırakın pandemi hastanesini, vücudundaki yaralara basacağı sargı bezi ve sarı ilaç bile yok.
Virüs, bu kamplarda, normal yaşamdakinden çok daha öldürücü… Çünkü insanların bünyesi “zayıf” değil; tamamen yok edilmiş!

-*-*-

İngiltere’de bir grup yardım kuruluşu ya da vakıf, koronavirüs ile de baş etmek zorunda kalan bu insanlara yardım etmek için kampanya başlatmış…
Disasters Emergency Committee (DEC) adıyla kurulan komite, ilk 5 milyon Sterlinlik yardımı İngiliz hükümetinden aldı. 
Yetecek mi?
Yetmeyecek!

-*-*-

DEC, İngiltere’deki en güçlü 14 yardım vakfından oluşturuldu. Felaket bölgelerine acil yardımı hedefleyen ve adı da bu anlama gelen DEC, Suriye, Yemen, Güney Sudan, Somali, Demokratik Kongo Cumhuriyeti, Afganistan ve Bangladeş’teki Rohingya Göçmen Kampı’ndaki insanlara yardımı en başa koymuş durumda… 
Bu saydığımız ülkelerde 24 milyon insan, evini terk etmek zorunda kaldı.
Sadece Rohingya Kampı’nda ise 850 bin Myanmarlı Müslüman yaşıyor.
Bangladeş’teki bu kamp, Dünya’nın en kalabalık göçmen kampı… Ve burası tam bir insanlık felaketiyle karşı karşıya…

-*-*-

Açlık, susuzluk, sefalet ve her türlü bulaşıcı hastalığın kol gezdiği Rohingya’da, Kovid – 19 hızla yayılıyor… 
Hijyen sıfır!
Sosyal mesafe mi dediniz?
İnsanlar üst üste yatıyor…
Tuvalet yok, banyo yok, yemek yok, su yok!
Sadece ölüm var… 
Bu insanlar bir yandan şiddet ve ölümden kaçmışlar; öte yandan tıbbın uğrayamadığı son derece sağlıksız mekanlarda, susuz ve gıdasız yaşam kavgası verirken, şimdi bir de koronavirüsle karşı karşıyalar…

-*-*-

Biz mi?
Bizim derdimiz bambaşka!

-*-*-

Biz sosyal medya keyfindeyiz!
Suçlayın gitsin!
Öyle mesajlar okuyorum ki; Ersin Tatar ve Kudret Özersay’ı, Donald Trump’a şikayet edesim var!
Bazı mesajları okuduğumda, koronavirüs salgınını Tatar’ın başlattığı hissine kapılmamak elde değil!

-*-*-

Müteahhitlerimiz ikiye bölünmüşler; İmar Planı kavgası ediyorlar ve bu kavgayı, hükümet krizine çevirmişler.
Bir de yanlarında çalışan ve asgari ücret dahi ödemedikleri işçilerini almışlar; Lefkoşa’da trafiği bir birine katmışlar; “bu hükümet alacağımızı ödemezse; istifa etsinler” diyorlar.

-*-*-

Elbette eylem yapmak da hükümetin istifasını talep etmek de yerden göğe kadar hakları… 
Ama yeni gelecek olan hükümet; KKTC’den seçilmeyecek mi?
Yani şu andaki hükümet gider ve başkası gelirse; bilmediğimiz bir yöntemle para mı üretecekler?

-*-*-

Kısacası, eylemi haklı bulup bulmamak başka ama “samimi” bulmamak başka diye düşünüyorum!
“Olmayan parayı istemek” gibi geliyor bana…
“Kapatsınlar ağızlarını ve otursunlar” demiyorum ama başka türlü yöntemler düşünmeleri gerektiği inancındayım.

-*-*-

Evet, müteahhitler işlerini yaptılar, tabii ki paralarını isteyecekler ama para yok!
Ve paranın talep edileceği adres, KKTC hükümeti veya hükümetleri değildir!

-*-*-

Müteahhitler veya haklarını alamadıklarını iddia eden tüm kesimlerin asıl zorlaması gereken; hükümet veya hükümetler olmamalıdır.
Çünkü, tekrar etmek gibi olacak ama bundan önceki hükümetler de bundan sonraki hükümetler de, mevcut sistem, şimdiki yapı sürdüğü müddetçe, kısır döngüyü değiştiremeyecek.

-*-*-

Şimdiki yapı veya mevcut sistem nasıl mı değişir?
Sosyal medyada insan boğazlayarak değil!
Linçle olmaz!

-*-*-

TC Başkan Yardımcısı Fuat Oktay’ın son ziyaretindeki konuşmayı iyice okumak lazım.
Önce siyasi eşitlik sonra egemen eşitlikten söz etti.
Siyasi eşitlik, üzerinde yıllardır uğraşılan “federal çözümü” tarif eder.
Türkiye’nin hala tercihi bu yöndedir.
Bu tercih, zorlanmalıdır.
Belki son bir kez daha.
Ve olmazsa; Maraş’la ilk darbe vurulmalıdır!
Ne pahasına olursa!

-*-*-

Siyasi veya hamasi nedenlerle değil; ekonomik nedenlerle bu yapılmalıdır.


-*-*-

Şu net bir gerçektir.
Mevcut durumda, turizm ve üniversitelerden beklentiyi dondurmak kaçınılmaz…
Ne portakal satarak, ne de patates ihraç ederek bir yere varabiliriz!
Bu durgunluk dönemini; Maraş’ı öyle ya da böyle; Rumlarla veya onlarsız bir şekilde “yaşama kazandırma çabasına girişmek”, ciddi ekonomik kaynak anlamına gelebilir.

-*-*-

Derhal endüstriyel ve aynı zamanda “keyifsel” kenevir üretimleri planlanmalıdır.
Bet konusunun yasallaşması ve vergilendirilmesi; ama bu ülkede oyunculuk pozisyonunun zorlaştırılması düşünülmelidir.

-*-*-

Koronavirüs sürecini, bu üç yatırımla geçirirsek; aşının bulunduğu, tedavisinin geliştirildiği veya kendi kendisini zararsız hale dönüştürdüğü gün; Brunei Sultanı’nın kapımızı çalıp bizden borç isteyeceği günün hayalini dahi kurmaya başlarız!

-*-*-

Girişte büyük bir insani sorundan; akabinde bizim ülkedeki gidişattan bahsetmenin ne tür bir alakası var?
Bir: Evet, gidişatımız hiç de iyi değil ama beterin beteri olduğunu da unutmamak lazım!
İki: Bazı şeyleri yapmak için, çılgın insanlara ihtiyaç olduğunu hiç unutmamak lazım!

-*-*-

Ve üç: Bayramınız kutlu olsun…