Burada benim bahsetmek istediğim önünde adı, soyadı, doğum tarihi ve nereli olduğunu gösteren, önünde vesikalık fotoğrafının olduğu hüviyet değil..

Çoğu zaman bu hüviyette yer edinmeyen ama insanın kendi renklerini taşıdığı aidiyet durumudur. Din, etnik, ideolojik ve herhangi bir kulub aidiyetidir bu. Ve bazen de üstünde yaşadığın coğrafya da buna eklenebilir.

Peki sadece insan olmak ve kendini bununla tanımlak ve diğer kimlikleri ikinci hatta üçüncü plana atmak ne kadar mümkündür?

Amin maalouf’un tanımından yola çıkarak üstünde durmak istiyorum -bu yazıyı yazmama ilham olan da maalouf’un ölümcül kimlikleri kitabı etkili oldu- amin, ‘kimliğin insanın zamanın içindeki incelişinde insanı hayata bağlayan ayna’ diye tanımlıyor ve sadece bir kimliğin (etnik, din ve coğrafya) ön plana çıkmasındaki birinci nedenini de şöyle izah ediyor: Çoğu zaman beraber yaşadığın toplumların bu kimlikleri ön plana çıkmanda ve hatta bu kimlikler uğruna cinayetler işlemede başrölü oynadığını ısrarla vurguluyor(savaşlar, ekonomik ve toplumların geride kalması)

Ve bu ışıkta göçmenlerin durumu üstünde  duruyor ve kendi kimliğinde ciddi yer edinen Fransa’yı eleştiri bombardımanına tutuyor…

Fransa'ya giden çoğu göçmenin, kendi ülkelerinde umursamadıkları kimlikleri, ön plana çıkarmasında içine düştükleri derin boşlukta hayata tutunabilmeleri için etnik ve dinsel kimliklere sarıldığını söylüyor ve burada birinci sorumluyu Fransa olarak işaret ediyor. Fransa'ya gelen göçmenler eger Fransız toplumları tarafından hoş karşılansa aşağılamasa göçmenlerin bu durumlarının ortaya çıkmayacağını ve en azından çok az kişide bu durumun kendini göstereceğini dile getiriyor…

Ölümcül kimlikleri elime aldığımda sabahın beşine kadar bitirmeden bırakamadım ve yer yer derin düşüncelere daldım. Özellikle Türkiye üstünde uzun uzun düşündüm. Ve bir Kürt olarak Kürt kimliğimi niye öne çıkardığım sorusunun cevabını maalouf ışığında bir daha anlamaya çalıştım.

Ve kendimce, kendimden yola çıkarak başta Kürtler olmak üzere Türkiye'de yaşayan diğer azınlıklar üstüne akıl yürütmeye çalıştım; içinde yaşadığımız coğrafyada Kürt (diğer farklılıklar olarak da düşünebilirsiniz) kimliğinin bu kadar ön plana çıkarmamızda birinci suçlu olarak, Türk toplumu demesek de, Türk hükümetini buldum..

Ve genel psikolojimiz gözümün önünden bir film şeridi gidi geçti.. Bu film şeridinde dikkati çeken ilk şey şu oldu: Başımız dik yürüyemedik Türk halkına. Başımız dik olmadığı için kollarımızı açamadık. Zaten başın dik değilse kolların nasıl açık olabilir ki? Mesela; Türk dilini ve kültürünü öğrenme jestinin her adımında kandırıldığımız hissine ve halkımıza ihanet düşüncesine kapıldık. Halbuki dilimize karşı asfari saygı ve hoşgörüyü görsek bizde böyle bir durum oluşmazdı. Çok değil Kürtlerin Türklere karşı gösterdiği saygı kadar daha fazlası değil.

Ama her adımda baskı, her adımda dışlanma, her adımda yok etmeye, kasıp kavurmaya yönelik bir politika..

Zamanın içindeki bu incelme Kürt halkını kendi entik kimliğine daha fazla sarılır gördü. Zaten başka türlüsünü düşünmek hayal olurdu. Nitekim çoğu asker ama benzer şekilde diplomatlar, siyasetçiler ve kimi düşünce adamlarıda hala o hayalde dünyanın gerçekliğinin dışında uykularında uyumaya devam ediyor.

Benzer sorunun farklı bir yaklaşımınıda Kıbrıs coğrafyasında gözlemledim. Bir yanda Türk baskısı, bir yanda Yunan baskısı altındaki Kıbrıs toplumunda tepki olarak ‘kıbrıslılık’ ön plana çıkmış durumda.

Ben dünyanın neresinde olursa olsun hiç kimsenin bu incelişe maruz kalmamasını istiyorum. İnsanların tek ve dar bir kimlikte sıkışmaları yerine çok kimlikli ve sınırsız bir ülke tasavvurumu çizmelerini isterim.

Dünyanın her yerinde insanoğlunun hepsinin rahat özgür ve çok kimlikli yaşayabileceği bir dünya mümkün mü?

Bu aşamada ‘ütopya’ gibi görünüyor ama olsun gerçek dünyanın pisliğini yutacağıma bu ütopyayla yaşamayı yeğliyorum…