Gazeteci Aytuğ Türkkan'ın köşe yazısı...

Bizim kuşak savaş yaşamadı… Barut kokusu çekmedi, sokakta yatan cansız beden görmedi.. Biz savaşı ana-babalarımız, nene-dedelerimizin anlatılarıyla bildik, filmlerde gördük… Şu küçük adanın en büyük travmasıydı savaş… Toplumsal mücadele yılları… Ama takvim yaprakları 6 Şubat’ı, saatlerin 03.17’yi  gösterdiği an, her şey değişti… Savaşı görmeyen nesil, Türkiye’deki felaket ile benzer acıyı hatta daha da kötüsünü yaşadı, yaşıyor ve uzun bir süre daha yaşayacak belli ki!.. Gencecik fidanlar kırıldı gitti… O dondurucu soğukta, beton blokların altında  yaşam mücadelesi verirken yavrular… Haramdı bize sıcacık evlerde oturmak, sırtını yaslayıp uykuya dalmak… Gözyaşı sel oldu… Uyku unutuldu… Ne dost sohbetinin tadı kaldı, ne aile içi muhabbetin… Ne 40 yıl hatırı olan kahvenin, ne bir duble belini kırdığımız rakının… Düşündükçe evlatlarımızı, öğretmenlerimizi, onları yalnız bırakmamak için ölüme giden velileri… Çıldırmamak elde değildi… Onlar kolejin altın çocuklarıydı… Şampiyonlarımızdı onlar… Gurur kaynaklarımız… Gencecik bedenleri bir bir çıkarken gün yüzüne söylenip durdum kendi kendime… Nasıl talihti bu, nasıl bir alınyazısı? Kendi içimdeki isyan ile parmaklarım klavyeyi ezerken, aklıma düştü o dağ gibi enkazın içinde canla başla, büyük bir inançla evlatlarımızı kurtarmayı hedefleyenler… Saatler saatleri, günler günleri kovalarken… Uzmanlar televizyon ekranlarında insan bedeninin  dayanacağı saat süresini paylaşırken… Bir sese odaklandılar… Bir nefese… Vurdukça kazmayı daha derine, yaklaştılar evlatlarımızın sıcak nefesine… Bir inançla, büyük bir istekle gece gündüz demeden, ara vermeden… Ama olmadı… Tüm bu gayrete rağmen olmadı… Ateş düştüğü yeri yakar ya… İnanın; bu kez farklı… Sadece ailelere, sadece Mağusa’ya düşmedi ateş… Bu ateş, bir avuç kalan Kıbrıslı Türkler’in yüreğine düştü… Yürekleri kor gibi yaktı bu ateş, derin sonsuz bir acıya evrildi … Öyle bir acı ki; bu adaya çok ama çok büyük geldi…