Dört tarafı denizle çevrili bir adanın;

İkibuçuk tarafı deniz olan bir bölümünde yaşıyoruz...

Kuzey’i, Doğu’su, bir miktar da Batı’sı yani...

Lakin dar bir coğrafya şeridinde yaşadığımızdan, denize en uzak yerleşim alanından bile en fazla yarım saat içinde Akdeniz’in köpüklü kıyılarına rahatça ulaşılabilir.

Aslında küçük bir ada toplumu olduğumuzdan “denizci bir millet” olmamız gerekir değil mi?

Alakası yok...

Hade bunu geçtik...

Toplumsal çatışmalar ve kısıtlamalar nedeniyle uzun yıllar serbestçe denize açılamadığımızı düşünürsek;

Son 40 yılda kolay kolay “denizci” bir gelenek veya “denizle barışık” bir yaşam biçimi oluşturmak kolay değil elbette...

Hoş, “karacı” bir geleneğimiz de yok ya...

Olan geleneklerimiz ve değerlerimizi de zaten hızla kaybediyor, tüketiyoruz...

Ve kimlik erozyonunun bir parçasını oluşturuyor bu kayıplar maalesef...

Bunu da geçelim...

...

Toplum olarak son 40 yılda denizle pek dost olamadık ama...

Son 40 yılda bizi “yönetenler” de;

Bulunduğumuz coğrafi koşullardan dolayı denize ne kadar yakın olduğumuzu hiç fark edemediler;

Ganimet, yağma ve talana odaklanılarak geçen uzun yıllar boyunca;

“Be ama bizim, denize kıyısı olmayan ülkelerin haset ettiği, dünya nimeti bir denizimiz var, 1974 sonrası ekonomik yapılanmamızı deniz odaklı bir temelde şekillendirirsek, hem turizm, hem de dış ticaret bağlamında pek çok kapıyı açabiliriz” şeklinde bir fikir egzersizi bile yapamadılar.

Ne yolcu taşımacılığı üzerinde durdular, ne de, bu ülkenin çapına uygun, küçük de olsa bir ticaret filosu kurma konusunda kafa patlattılar.

Ve bugün geldiğimiz noktada;

Yolcu ve yük taşımacılığı bir tek Mağusa limanından pek de düzenli olmayan bir şekilde zar zor yürütülürken;

Girne gibi turistik bir liman kentinden kalkan yolcu gemilerinin oluşturduğu Kuzey Kıbrıs-Türkiye hattı da artık sadece “sezonluk” hale gelmiş durumda...

O bile, kalktı kalkacak noktasında pamuk ipliğinde...

Yazımın başında dedim ya...

Denizci bir toplum ve devlet olamadık...

Karacı da olamadık, havacı da...

Ulusal hava yolu şirketimiz KTHY’nin nasıl kurban edildiği ortada...

Akdeniz’in en sıcak adalarından birisi olan coğrafyamız için en büyük tehdidi yangınlar oluşturuyor ama henüz bir yangın söndürme helikopterine bile sahip değiliz.

Üstelik başımıza gelen onca yangın felaketi, bir yangın söndürme helikopterinin gerekliliğini işaret etmesine rağmen...

Son büyük Değirmenlik yangınında bizzat Başbakan’ın;

“Bir yangın söndürme helikopteri alacağız” sözü olmasına rağmen...

Hatta “bunu Ankara ziyaretimde gündeme getireceğim” demesine rağmen...

Kara ulaşımında ise çuvalladığımızın en büyük kanıtı da;

Ölümlü trafik kazalarının dramatik tablosuyla, trafik asayişinin halen yerlerde sürünüyor olmasıdır.

Denize ilişkin bir ekonomik yapılanmamız olamadığı gibi;

Havada ve karada da toslamış bulunuyoruz.

Aslında rejimin bizi içine bindirdiği bu taşıt aracı (herneyse);

Olduğu gibi toslamıştır da;

“Keyfinize bakın yolculuk devam ediyor” demektedirler bu topluma...

Ne keyfi?

Bindirdiler işte bizi bir “alamete”, postaladılar “kıyamete”...

Bu kadar basit...

...

İşte “ikibuçuk tarafı” denizle çevrili ama denizle ilgili hiçbir donanım ve stratejisi olmayan bu ülkenin kıyılarında bir “deniz kazası” meydana geldi...

Bir gemiden iki ton yakıt denize aktı...

Allah acıdı da, hepsi akmadı... (Bu ülkeyi yönetenler, kendi sorumluluklarındaki herşeyi Allah’a havale ettiklerinden dolayı bu cümleyi kullandım)

Yoksa bu garipliğimiz, bu tuhaf ve yeteneksiz yapımızla;

Sadece kıyılarımız değil, toplum olarak hepimiz benzin ve ziftin içinde boğulurduk...

Dün bu ülke iktidarının birtakım makamları halkı rahatlatmaya yönelik açıklamalar yaptılar.

“Kıbrıs Postası”, Çevre Koruma Dairesi Müdürü’ne soruyor ve şu cevabı alıyor:

“Şu an olay yerinde Ulaştırma Bakanlığı’na bağlı kriz masası, Kıyı Emniyet Birimi, Çevre Koruma Dairesi ekipleri ve Limanlar Dairesi’ne bağlı ekipler çalışmalarına devam ediyor. Detaylı rapor henüz elimize ulaşmadı.”

“Sızıntının durdurulduğunu” da belirtmiş ayrıca Çevre Koruma Dairesi Müdürü...

Şimdi merak ediyorum;

Bu gerçekten sadece bir “sızıntı” mı, yoksa bir patlaktan boşalan petrol ürünü mü?

Ayrıca sözü edilen Ulaştırma Bakanlığına bağlı “kriz masası”;

“Çevre Koruma Dairesi ekipleri” ve “Limanlar Dairesi’ne bağlı ekipler” ve “Kıyı Emniyet Birimi” ne yaptılar da sızıntıyı durdurdular ve “denizin kirlenmesini önlediler”?

Hangi teknolojiyle, hangi teçhizat ve araçla?

Bu konuda tecrübeli ve donanımlı hangi ekipler nasıl bir çalışma yaparak “felaketin önünü aldılar”?

Denize bu tür petrol akıntılarının önünün nasıl alınacağına dair kaç tane bu iş için yetiştirilmiş uzman personelimiz var?

Bakın... Bu hadiseden sonra açıklama yapan “Petrol Dolum Tesisine Hayır İnisiyatifi”;

“Bu tür sızıntılar ve kazalarda erken müdahale hayati önem taşımaktadır. Oysa bizim ülkemizde ne bu konuda uzman hazır bir ekip, ne yeterli donanım, ne de motopomplu yüzer havuzlu petrol müdahale gemisi yok”diyor ve şu gerçeğe vurgu yapıyor:

“Hiçbir maddi gücün temizleyemeyeceği doğal yaşamda tahribatlara ve bölge ekonomisinde büyük maddi kayıplara neden olacak bu kazanın bedelini halkın ödeyeceğini görmek gerek.

Çevre kayıplarını geri getirmemekle birlikte, ülkemizde yaşanan ve ileride yaşanacak kazalar nedeniyle en azından ekonomik kayıpları kısmen de olsa karşılayacak bir bedel talep etmek de mümkün görünmüyor.

Çünkü bu konuyu düzenleyen hiçbir yasal mevzuata, denetime ve iradeye de ne yazık sahip değiliz.”

Durum işte böylesine vahim...

İki ton değil, 22 ton, hatta 222 ton yakıt da denize akabilirdi dün...

Veya ülkeye kurulması gündemde olan “Petrol Dolum Tesisinde” daha büyük ölçekte bir “kaza” olması halinde ne kadar hazırlıksız ve çaresiz kalacağımızı hiç düşündünüz mü?

Hep söylerim... Gerek yangınlarda, gerekse su baskınlarıyla ilgili felaketler ortaya çıktığında;

İnsanlarımız büyük bir özveriyle yardıma koşarlar...

Silahlı kuvvetlerimiz de katılır bu seferberliğe...

Hatta devletin ilgili birimlerinde fedakarca çalışan müdürler, amirler, memurlar da çıkabilir.

Çevre Koruma Dairesi Müdürü de belki dün olağanüstü bir mesai yapmış olabilir.

Lakin tüm bunlar, felaketin artık yapacağını yaptığı;

Yani pek çok şey için geç kalındığı noktadaki gönüllülüklerdir.

Takdirle karşılarız bu tür fedakarlıkları da...

Ancak yumurta kapıya dayanıp kırıldıktan sonra olmamalı bunlar...

Esas mesele;

Sıcak ve kurak bir coğrafyada yer alan bu ülkede, onca makam arabası ortada cirit atarken;

Kaynak savurganlığı başını almış giderken;

Bir yangın söndürme helikopteri ve uçağı alabilmektir bu ülkeye...

Denizlerimize petrol sızmasına karşı anında müdahale edecek donanım ve ekiplere sahip olabilmektir.

Yoksa salt kişisel fedakarlıklarla felaketleri önleyebilmek mümkün olmuyor.

...

KKTC’nin 30. Kuruluş yıldönümü kutlanacak önümüzdeki Kasım ayının 15’inde...

Yine nutuklar atılacak, bol bol hamaset yapılacak çeşitli “etkinliklerde”...

Ancak hala daha 30 yıldır;

Bir yangın söndürme helikopterimizin olmadığı;

Petrol Dolum Tesisine Hayır İnisiyatifinin de belirttiği;

Petrol sızıntılarına ve bu tür kazalara anında müdahale edebilecek ;

Motopomplu, yüzer havuzlu, bir müdahale gemimizin olmadığı;

Termik santrallerimizin bacalarında filtre bulunmadığı;

Bunlara ilaveten hormonlu ve kimyasal ilaçlı gıdalarla insanlarımızın zehirlendiği;

Hiç hatırlanmayacak...

Hatırlayanı da “uçan KKTC’nin düşmanı” ilan edecekler büyük ihtimalle...

Gelin de;

“Bir çözüm olsun, uluslararası hukuk ve camiayla buluşalım, uluslararası hukuk dahilinde olan tüm ülkeler gibi biz de gözetim altında olalım, çağdaş normlara uyma zorunluluğumuz olsun” demeyin...

“Yok buna gerek yok, biz kendi evimizi kendimiz temizleriz, bütün çağdaş normları uygularız” mı diyeceksiniz hala daha?

Uluslararası hukukun dışında kaldıkça, temizleyemezsiniz işte...

Daha beter kirletirsiniz evinizi...

Dün denize akan iki ton petrol ürünü;

“Umarım bir ders olur” diyeceğim ama...

Yangın felaketlerinin bile bir helikopterin alınması gerektiği noktasında “ders” teşkil etmediği koşullarda;

Umduğumuzu bulmamız mümkün müdür?

(NOT: Önümüz Yaz ve yangın mevsimi... Hala bir yangın söndürme helikopterimiz yok... Almak için girişim var mı, o bile belli değil... Çıldırmamak elde değil... A.T.)