Tülin BEROVA Yazdı...

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın 21–25 Eylül 2025 tarihlerinde gerçekleştireceği ABD seyahati, son yıllardaki en yoğun ve en kritik programlarından biri olacak. Ziyaretin New York’taki BM Genel Kurulu ayağına Washington’un da eklenmesi, adeta çarpan etkisi yarattı. Bu tablo, sadece BM kürsüsünden dünyaya verilecek mesajları değil, Türkiye–ABD ilişkilerinde yeni bir boyutu da işaret ediyor.

Erdoğan’a eşi Emine Erdoğan ile birlikte 9 bakanın eşlik etmesi, programın ağırlığını gösteriyor. Adeta bir bakanlar kurulu heyetinin Washington’a taşınması, Türkiye’nin bu ziyarete yalnızca diplomatik bir temas değil, devlet aklının bütün yönleriyle hazırlanmış bir politika gözüyle baktığını kanıtlıyor. Filistin’den ticari ilişkilere, savunmadan enerjiye kadar pek çok başlık doğrudan masada olacak.

New York bölümünde Erdoğan’ın en güçlü mesajı yine Filistin üzerine olacak. Geçmişte defalarca BM kürsüsünde İsrail’i eleştiren, Filistin’in hukukunu savunan Erdoğan, bu kez çok daha kararlı bir dille konuşmaya hazırlanıyor. 7 Ekim öncesinde olduğu gibi şimdi de Filistin’in sesi olacak ve İsrail’e yönelik uluslararası baskıyı artırma çabasını sürdürecek. Kanaatimize göre, Washington ayağında Başkan Trump’la yapılacak muhtemel görüşme yalnızca ikili ilişkiler için değil, bölgesel dengeler açısından da stratejik sonuçlar doğurabilecektir.

Bu seyahatin kritik boyutlarından biri de Kıbrıs meselesidir. Kıbrıs, yüzyıllardır büyük güçlerin göz diktiği bir ada oldu. Osmanlı’nın 1571’de fethettiği, İngiltere’nin 1878’de el koyduğu ada, 20. yüzyıl ortasında Yunanistan’ın Enosis hayalleriyle karıştı. 1950’lerde EOKA terörüyle Türkler varoluş mücadelesine sürüklendi.

1959 Londra ve Zürih anlaşmalarıyla kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti, üç yıl bile yaşayamadı. 1963’te Rum tarafı Akritas Planı ile Türkleri ortaklıktan dışlamaya kalkıştı. Kanlı Noel’de yüzlerce Türk katledildi, köyler yakıldı, binlerce insan göç etmek zorunda kaldı. 1974’te Yunan cuntasının darbesi ve Enosis ilanı üzerine Türkiye, Garanti Antlaşması’ndan doğan hakkını kullandı. Barış Harekâtı, Kıbrıs Türk halkı için sadece askeri bir operasyon değil, bir varoluş mücadelesinin zaferiydi.

Bugün Rum tarafı garantörlüğü “çağdışı” diye nitelese de, Kıbrıs Türkleri için 1960–1974 arası yaşananlar unutulmuş değildir. O günlerde garantörlük işlemeyince Türkler ağır bedel ödedi, 1974’te Türkiye devreye girdiğinde ise halk güvenliğe kavuştu. Bu nedenle Türkiye’nin etkin ve fiilî garantisinin devamı yalnızca bir siyasi görüş değil, tarihsel bir zorunluluktur.

Ankara’nın tavrı da nettir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Katar dönüşünde söylediği gibi, garantörlük konusu pazarlık masasına konulamaz. Bu irade kişilere, şartlara ya da seçim sonuçlarına bağlı değildir. Bu mesaj yalnızca muhalefete değil, adaylık yarışında federasyon vaat eden tüm çevrelere verilmiş diplomatik bir notadır. Çünkü Kıbrıs davası günlük siyasetin malzemesi değil, milletin varlık mücadelesidir.

Birleşmiş Milletler kürsüsünde de Kıbrıs konusu gündeme gelecektir. Türkiye, her platformda Kıbrıs Türk halkının haklarını savunurken, garantörlüğü uluslararası topluma hatırlatmaya devam ediyor. Bu mesele yalnızca iki toplumun değil, tüm Doğu Akdeniz’in güvenliğinin anahtarıdır.

Sonuç nettir; Erdoğan’ın ABD seyahati, hem BM kürsüsünden dünyaya verilen mesajlarla hem de Washington’da yapılacak temaslarla, Türkiye’nin kararlı devlet iradesini bir kez daha gösterecektir. Filistin’de adalet, Kıbrıs’ta garantörlük ve ABD ile ilişkilerde stratejik denge! Ankara’nın diplomasi defteri, sloganlarla değil, devlet aklıyla yazılıyor.