Tülin Berova yazdı...
Kriz anlarında bir milletin gerçek karakteri, gösterdiği birlik, sağduyu ve dayanışmayla ortaya çıkar. Çünkü felaketler yalnızca canlarımızı değil, vicdanlarımızı da sınar.
Son zamanlarda ülkemizde yaşanan yangınlar, trafik kazaları ve diğer felaketler karşısında sosyal medyada yükselen tepkilere dikkatle bakmak gerekiyor. Daha dumanlar tüterken, canlar kurtarılmaya çalışılırken, gözler hâlâ olay yerine çevrilmemişken bir kitle hızla devleti suçlamaya, yetkililere hakaret etmeye başlıyor. Bu refleks, ne yazık ki bir “fırsatçılık” hâline geldi. Olayın aslı araştırılmadan, sorumluluk zinciri incelenmeden ilk hedef hep devlet oluyor. Peki neden? Çünkü amaç üzüm yemek değil, bağcıyı dövmek.
Kamu kurumlarımız yangın söndürmeden afet yönetimine, sağlık hizmetlerinden trafik güvenliğine kadar birçok alanda gece gündüz çalışıyor. Ama ne zaman bir kriz çıksa, bazı kesimler için gerçeğin, emeğin, çabanın hiçbir önemi kalmıyor. Asıl amaç devletin imajını zedelemek, kurumlara olan güveni sarsmak, toplumsal dayanışmayı baltalamak oluyor. Sosyal medyada bir haber yayılıyor; ardından organize bir şekilde aynı suçlamalar, aynı cümlelerle binlerce kez paylaşılıyor. Bu bir tesadüf mü? Elbette değil. Toplumun zihninde “devlet beceremiyor” algısı oluşturmanın planlı bir stratejisi bu.
Muhalefetin dili de bu noktada dikkat çekiyor. Kriz anlarında birlik ve dayanışma çağrısı yapmak yerine, kimi muhalefet temsilcileri sosyal medya üzerinden kışkırtıcı açıklamalarla ortamı daha da geriyor. Eleştiri yapmak elbette haktır; ama sorumluluk çerçevesinde, soğukkanlılıkla yapılırsa kıymetlidir. Halkı öfkeye ve güvensizliğe sürükleyen dilin ne demokrasiye ne de toplumsal barışa faydası vardır.
Dahası, bu paylaşımlar çoğu zaman eleştiriyle de sınırlı kalmıyor; hızla kişisel saldırılara, hakaretlere, iftiralara dönüşüyor. İlgili kurumun başındaki yöneticiden olay yerine giden itfaiyeciye kadar herkes hedef haline geliyor. Sosyal medya böylece sadece bilgi değil, nefret üretim merkezi hâline geliyor. Bu dilin toplumsal bilinç üzerinde yarattığı tahribatı kimse konuşmuyor. Gençler, çocuklar bu kışkırtıcı üslupla büyüyor; zamanla zihinlere “devlet güvenilmez” gibi yanlış bir algı kazınıyor.
Oysa gerçek ortada; Devlet sadece binalar, araçlar, bütçeler değildir. Devlet, o yangına koşan itfaiyecidir; trafik kontrolünü sağlayan polistir; yaralılar için ambulans ve sağlık ekiplerini yönlendiren görevli doktorlardır; devlet sağlık çalışanlarıdır; olaylara tanık olan yardıma koşan halktır. Onlara edilen hakaret, aslında kendi ülkesine, kendi insanına edilendir. Eleştiri elbette olacaktır; eksikler konuşulacaktır. Ama krizi fırsata çevirip yangının üstüne benzin döker gibi fitne üretmek, özgürlük değil, sorumsuzluktur.
Medyanın rolü de burada belirleyicidir. Bazı haber siteleri, reyting uğruna en provoke edici yorumları özellikle öne çıkarıyor. Manşetler kışkırtıcı, yorumlar adeta nefret gösterisine dönüşmüş. Oysa basının görevi yangını söndürmeye yardımcı olmak, toplumu doğru bilgilendirmektir; ateşi büyütmek değil.
Unutmayalım; Toplumsal bilinç böyle zamanlarda sağduyuyla güçlenir. Sosyal medyadaki linç fırtınasına kapılmadan önce herkesin şunu hatırlaması gerekiyor: Devlet bizimdir. Eksiklerini gidermek, daha iyisini istemek hakkımızdır; ama kurumlara olan güveni yıkmak hepimize zarar verir. Kriz anlarında en çok ihtiyaç duyulan şey birliktir, kışkırtıcılık değil.
Ve en önemlisi; Bugün sosyal medyada bir tuşla yapılan paylaşımlar, yarın ülkenin geleceğini şekillendiren algılara dönüşür. Bu yüzden her paylaşım öncesi düşünmek, sorumluluk bilinciyle hareket etmek şarttır. Çünkü devlet yıpranırsa, kaybeden hepimiz oluruz. Devletin kalbi milletin vicdanıdır; o zedelenirse, yarınlarımız da zedelenir.