Başbakan Küçük’ün ABD’de çok yoğun ve özenle hazırlandığı belli bir program içerisinde ABD Dışişleri yetkililerinden başlayarak BM üst düzey yetkilileri ile devam eden görüşmeleri ve Kıbrıs konusu ile ilgili açıklamaları dikkat çekti. Nasıl çekmesin ki? Başbakan önce Washington’da şimdi de New York’ta önemli diye nitelendirilebilecek görüşmelere imza atarken Cumhurbaşkanı Eroğlu ise bizlerle birlikte olan biteni Lefkoşa’da medyaya yansıyan raporlardan izliyor. Başbakan Küçük’ün her açıklaması ise bir “toplum lideri” havasıyla yapılmakta.

          Daha önceki yazılarımda ABD gibi bir ülkenin ve NATO gibi kurumların rastgele açıklamalar yapmadıklarını vurgulamıştım. Eğer alışılagelen “Kıbrıs sorunu önemli bir sorundur ve müttefiklerimiz Türkiye ve Yunanistan’ın adadaki soydaşlarını çözüm için desteklemelerini ümit ederiz” gibi dolaylı ve aslında “bu konuyla ilgilenecek ne zamanımız ne de ilgimiz var” demek olan yuvarlak açıklamalar yerine “Kıbrıs konusu artık çözülmelidir” diyorlarsa ve buna da özelikle ABD yetkilileri artık “çok aktif” olacaklarını vurgulayarak tekrarlıyorlarsa bazı taşlar artık yerlerinden oynayacak demektir.

          Konuyu dağıtmadan ifade etmem gereken önemli bir nokta daha var. Aniden hareketlenen bir ABD, NATO ve AB var gibi görünse de bu hareketliliği aslında başlatanın Türkiye Cumhuriyeti olduğunu göz ardı etmemeliyiz. Köşemde bir süredir sıklıkla devam eden Başbakan Erdoğan’ın ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun konuyla ilgili söylemlerini inceleyip yorumladım. Bu söylemleri yan yana koyduğunuzda ve buna ABD’nin, daha da ilginci NATO’nun çıkışlarını da eklediğinizde ortaya bir resim çıkmaya başlar. Buna eklenmesi gereken yerel iki duruş daha var ki resmi kesinlikle tamamlamamıza yardım eder. O da Rumların hayalet görmüş gibi masadan kaçışları ve Başbakan Küçük’ün aniden yaptığı “Çözüm için zemin çok müsaittir. Gelin 2013’ün sonuna kadar çözüme ulaşalım. Bunu başarabiliriz” açıklamalarıdır. >Gerçi neden müsait olduğunu da açmalıdır ama çok iddialı bir açıklama.

          Ortaya çıkan resim bize hem Türkiye’nin artık çözüm için son perde istemini daha yüksek sesle söylemesi hem de bulunan hidrokarbon yataklarından dolayı çözümün artık Kıbrıs’ta bulunan iki halktan daha büyük ve etkili güçler tarafından sona doğru itildiğini göstermektedir. Bu gibi bir havanın estirildiği Annan Planı (veya plansızlığı) döneminde de dış güçler bizlere bir “çözüm” empoze etmeye çalışmış ve başaramamışlardı. Bir taraf şu kadar evet dedi falan filan argümanları aslında önemli değildir. İki halkın self-determinasyon haklarını kullanarak yaptığı iki ayrı referandumda da evet çıkmayınca plan da ortadan kalkmıştı. Ama acaba plan cidden ortadan kalkmış mıydı yoksa buzdolabına koyulup tekrar ısıtılıp önümüze konacağı günü mü beklemekteydi?

          Annan Planı bence yaşayabilir bir plan değildi. Hatta birkaç yıl içerisinde aynen 1960-1963 dönemindeki gibi sorunlara yol açabilecek bir plandı. Bundan dolayı da eğer önümüze dışarıda pişirilmiş bir plan gelecekse bu planın kesin iki kesimlilik ve egemen eşitlik esasına göre hazırlanmış bir plan olmasına dua etmeliyiz.

          KKTC’ye ve burada bulunan “güç paylaşımına” dönersek Başbakan Küçük’ün BM Genel Sekreteri’nin Siyasi İşlerden Sorumlu Yardımcısı Jeffrey Feltman ile görüşmesi ama Cumhurbaşkanı Eroğlu’nun bunu Kıbrıs’ta haberlerden dinlemesi bu güç paylaşımı sorununun UBP kurultayını artık aştığını ve tam bir “iki başlılık” durumuna geldiğimizi göstermektedir.

          Kıbrıs konusunda bu kadar önemli gelişmeler olurken, ABD ve Türkiye’nin artık ayaklarını yere vurarak “yeter artık” dedikleri bir dönemde bizler Cumhurbaşkanı’nın devre dışı kaldığı gibi göründüğü ve hükümetin bile düşme durumuna geldiğinden dolayı korkmalıyız. Gelişmeler aslında bizlerin Rum tarafında olan ulusal konseyleri örneği bir güç birliği içerisinde olmamızı gerektirir ama ne yazık ki bizde de o iradeye sahip dört parti yok. DP bu çağrıyı yapmaya devam ediyor ama herkes bir tarafa çekmeye de devam ediyor. İnşallah küçük siyasi hesaplar Kıbrıs Türk halkına çok kötü bir bedel ödetmez…