Yaşadığımız coğrafyada hemen her yeni gün, bir öncekinden daha fazla belirsizlik, daha fazla kaygı ve daha fazla mücadele ile geliyor. Ekonomik darboğaz, sosyal adaletsizlik, eğitimde nitelik kaybı, sağlık sisteminde aksaklıklar, gençlerin gelecek kaygısı, kadınların güvenlik arayışı ve toplumun giderek kutuplaşması… Sıkıntı üstüne sıkıntı adeta. Üstelik bu sorunlar, birbirinden bağımsız değil; tam tersine, iç içe geçmiş ve bir döngü halinde birbirini besleyen yapılar.
Hayat pahalılığı artık sadece dar gelirli kesimleri değil, orta sınıfı da nefessiz bırakacak boyutlara ulaştı. Temel ihtiyaçları karşılamak bile lüks sayılmaya başlandı. Gençler, mezun olduktan sonra iş bulamama korkusuyla üniversite okuyor; çalışanlar ise aldıkları maaşla ay sonunu getirememekten endişe duyuyor. Alım gücü hızla düşerken, gelir adaletsizliği daha da derinleşiyor.
Toplumda adalet duygusu yara aldıkça, insanlar kurumlara olan güvenini yitiriyor. Mahkemelerin, cezaların ya da kuralların sadece belirli kesimler için geçerli olduğu algısı, halkın devlete yabancılaşmasına yol açıyor. Hukuk sistemine olan güvenin sarsılması ise tüm toplumsal düzeni tehdit eder hale geliyor.
Bir ülkenin en büyük sermayesi olan gençler, ne yazık ki umutsuzluk içinde. Beyin göçü her geçen yıl daha da artıyor. Gençler, kendi ülkesinde hayal kuramadığı için başka ülkelerde yaşam şansı arıyor. Bu durum, sadece bireylerin değil, ülkenin geleceğinin de kan kaybetmesi anlamına geliyor. Diğer yandan, kadına yönelik şiddet haberleri gündemden hiç düşmüyor. Bu durum, toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesinde çok geride olduğumuzun göstergesi. Çocukların maruz kaldığı ihmal ve istismar vakaları da acı bir gerçek olarak karşımızda duruyor. Aileden başlayarak, okuldan sokağa kadar her alanda güvenli ortam ihtiyacı gün geçtikçe büyüyor.
Umutsuzluk Bulaşıcıdır, Ama Umut da Öyle. Tüm bu karanlık tabloya rağmen, direnen, sorgulayan, emek veren, adalet ve eşitlik talep eden insanlar var. Bu insanlar, sıkıntının üzerine örtülen kalın perdeyi aralayacak potansiyele sahip. Umutsuzluk bulaşıcıdır ama umut da öyle. Küçük değişimlerin büyük etkiler yaratabileceğini unutmadan, bu döngüyü kırmak ancak birlikte mümkün.
Sokakta yürürken insanların yüzüne dikkatlice bakmak yeterlidir bu yorgunluğu görmek için. Kimse kimsenin gözünün içine bakmıyor artık. Herkes aceleci, gergin, içine kapanık. Gündem her gün yeni bir krizle değişiyor, zihinler hiçbirine tam olarak odaklanamadan diğerine savruluyor. Bu da kolektif bir duygusal tükenmişlik yaratıyor.
Toplum, uzun süredir sürekli bir “alarm hali” içinde yaşıyor. Ekonomik krizler, toplumsal çatışmalar, doğal afetler, politik gerilimler… Her biri ayrı bir stres kaynağı. Üstelik bu durum o kadar uzun süredir devam ediyor ki, artık “normalleşti.” Bu kronik stres hali, toplumsal yorgunluğun temel nedenlerinden biri.
Toplumlar da insanlar gibidir: Yorulur, bunalır, hatta bazen pes etmek ister. Ama insan nasıl kendini yeniden toparlayabiliyorsa, toplumlar da bunu başarabilir. Yeter ki birbirimize karşı biraz daha anlayışlı, biraz daha ilgili olalım. Çünkü bu yorgunluğu ancak birlikte aşabiliriz.