Tülin BEROVA Yazdı...

Ortadoğu’da yaşanan her gerilim, yalnızca bölgesel değil, küresel düzlemde de taşların yerinden oynamasına neden olur. İran’ın nükleer programı üzerinden şekillenen bu son kriz, İsrail’in bölgedeki sert hamleleriyle birleşince, ABD’nin ağırlık koyduğu bir denge oyununu yeniden gündeme taşıdı. Söz konusu denklem, sadece savaş ihtimalini değil; aynı zamanda diplomatik, ekonomik ve ideolojik fay hatlarını da harekete geçiriyor.

Uluslararası güvenlik uzmanlarının üzerinde birleştiği bir gerçek var: İran’ın nükleer programı, teknik düzeyde artık silahlanma eşiğini zorluyor. İsrail’in eski istihbarat başkanlarından gelen “kırmızı çizgi aşıldı” yönündeki açıklamalar, yalnızca iç kamuoyuna dönük değil, Batı bloğuna verilen açık mesajlar niteliği taşıyor. ABD ise bir yandan İsrail’in güvenlik endişelerini yatıştırma çabası içindeyken, diğer yandan enerji yolları ve küresel tedarik zincirleri üzerindeki baskıyı dikkatle izliyor. Bu çok katmanlı satrançta hamle yaparken, bölgedeki müttefikleriyle ve yeni denge ortaklarıyla temaslarını sıklaştırıyor.

İşte tam da bu noktada, Türkiye’nin ve onunla birlikte Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin konumu, stratejik anlamda daha da önemli hâle geliyor. Türkiye, NATO üyesi olarak Batı’yla ittifakını sürdürürken, aynı zamanda bölgesel dengelerde etkin bir aktör. Bu çok yönlü dış politika yaklaşımı, KKTC için hem diplomatik fırsatlar hem de tarihî sorumluluklar doğuruyor. Kıbrıs Adası, Doğu Akdeniz’de yalnızca enerji açısından değil; aynı zamanda Avrupa, Asya ve Afrika üçgeninde yer alan eşsiz konumuyla, hem gözetleme hem de müdahale kabiliyeti açısından jeopolitik değeri yüksek bir merkezdir. Bu gerçek, uluslararası siyasette ada üzerindeki rekabeti daha da anlamlı kılmaktadır.

Bu bağlamda hükümetimizin yürüttüğü çok boyutlu diplomasi, KKTC’nin uluslararası görünürlüğü bakımından önemli bir ivme sağlamaktadır. Cumhurbaşkanı ve Başbakan düzeyinde yapılan temaslar, Türkiye ile tam uyumlu bir dış politikaya işaret etmektedir. Ancak bu mesele yalnızca yürütmenin kararlılığıyla sınırlı değildir. Böyle kırılgan ve riskli bir süreçte muhalefetin de millî konularda ortak bir duruş sergilemesi elzemdir.

Ne var ki muhalefet cephesinden gelen açıklamalar, bu yönde bir birliktelikten oldukça uzak. Cumhuriyetçi Türk Partisi Genel Başkanı Tufan Erhürman’ın, İran-İsrail geriliminin tırmandığı ve ABD’nin doğrudan askerî opsiyonları değerlendirdiği bir süreçte bile, ulusal meseleleri iç politik hesaplarla değerlendirmesi, toplumun beklentileriyle örtüşmemektedir. Bu kritik eşik bir kez daha göstermiştir ki Erhürman ve ekibi, dış politikada ne yapıcı bir öneri sunabilmiş ne de Kıbrıs Türk halkının bölgesel tehditler karşısındaki haklı kaygılarını sahiplenebilmiştir.

Oysa örnek açık ve nettir: Dışişleri Bakanımız Tahsin Ertuğruloğlu’nun Türkiye ile eşgüdüm içinde sürdürdüğü diplomatik faaliyetler, Doğu Akdeniz’de hem kararlılığı hem de sağduyuyu yansıtmaktadır. Başbakan Ünal Üstel’in “Doğu Akdeniz’de barış istiyoruz ama tehditlere karşı tek yürek olmalıyız” açıklaması, halkın duymak istediği siyasi söylemdir. İktidar bu sorumluluğu taşımaktadır. Ancak böyle bir dönemde içeride yaşanan muhalefet parçalanmışlığı, dışarıdaki duruşumuzu zayıflatmaktadır.

Uzmanlar, İran’ın nükleer kapasitesinin kritik sınıra dayandığını ifade ederken; bölgede her an yeni bir kırılma yaşanabileceği uyarısında bulunuyor. İsrail’in olası bir müdahalesine karşılık İran’ın misilleme tehdidi ve buna bağlı olarak ABD’nin devreye girme olasılığı, zaten kırılgan olan bölgesel dengeyi iyice sarsmaktadır. Tüm bu gelişmelerin merkezine yakın bir noktada yer alan KKTC’nin güvenliği ve geleceği, yalnızca hükümetin değil, tüm siyasi yapının ve halkın millî bir bilinçle hareket etmesine bağlıdır.

Kıbrıs Türk halkı, artık yalnızca konuşanı değil; omuz vereni, yalnızca eleştireni değil; inşa edeni takdir etmektedir.